30 Eylül 2012 Pazar

30 Eylül Dünya Çeviri Günü Kutlu Olsun!


İmla ve Noktalama İşaretleri




Bu aralar birçok kişinin gözünden kaçan şeyin, çeviri işinde çalışan kişilerin imla kurallarını ve noktalama işaretlerini çok iyi bilmesinin gerekliliği olduğunu düşünüyorum. Aslında sırf çeviri işi yapanların değil, yazılı basında ve eğitim sektöründe çalışan herkesin bu kuralları birçok kişiden daha iyi bilmesi gerekir. Ülkemizde bu anlamda genel bir eksiklik var zaten. Özellikle afişleri yazan kişilerin yaptığı hatalar beni deli ediyor. Reklam panolarında, yol kenarlarındaki levhalarda, gazetelerde, dergilerde böyle hatalar görmeye tahammül edemiyorum. Sıradan vatandaş daha “de/da”nın yazılışını ayırt etmekten aciz (ya da önemsemiyor) ama bari siz yapmayın.
Peki insan hiç mi merak etmez? Bu işi yapıyorsan, işin yazı yazmaksa, o dilin nasıl doğru bir şekilde yazıya döküldüğünü de bilmen gerekir. Bir dil öğretmeninin tahtaya sürekli yazım hatalarıyla dolu cümleler yazdığını düşünsenize! Öğretmenlerin bir tür ‘taşıyıcı’ olduklarını düşünürsek, kendi ne biliyorsa çocuklara da onu öyle öğretecektir. Dolayısıyla, gözü “de/da” ya da “ki” ekini yanlış şekillerde görmeye alışmış öğrenciler onu bir zaman sonra kabullenecek ve doğru sanıp o şekilde kullanmaya başlayacak. Aynı risk gazete/dergi editörünün, redaktörün elinden çıkan yayında, çevirmenin elinden çıkan kitapta da var. Yazım ve noktalama hatalarıyla dolu bir metni okuyan bir okur, eğer bu konuda doğru bilgisi yoksa zamanla bu yanlış kullanımı doğru kabul etmeye başlayabilir.
Son zamanlarda, özellikle de sosyal paylaşım sitelerinin çok popüler olduğu bu günlerde yapılan yazım yanlışları beni son derece rahatsız ettiğinden bu konuya dikkat çekmek istedim. Biraz daha özen, biraz daha dikkat etmek gerekiyor. Emin değilseniz, doğrusunu öğrenmek için Türk Dil Kurumu’nun sitesine bakabilirsiniz:

www.tdk.gov.tr

25 Haziran 2010 Cuma

Taviz... Nereye kadar?




Çeviri yapmayı ne kadar çok sevdiğimi ve birçok insanın aksine, beni mutlu eden mesleği bulduğumu her fırsatta dile getiriyorum. Ama bu aralar, böyle hissetmemde önemli payı olan “okumayı sevdiğim türden kitapları çevirme” konusunda ne kadar taviz verebileceğim ciddi ciddi kafamı kurcalar oldu.

Son 3 çevirimden –bestseller kitaplar olup iyi kazandırmalarına rağmen- mesleki ve edebi anlamda keyif almadığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Hatta bu kitapların sadece bir tanesinden hiçbir kitaptan kazanmadığım kadar iyi kazandım. Bu beni maddi anlamda tatmin etse bile ne kadar doğru yolda olduğum konusunda düşünmemi engellemedi. Benim edebiyat anlamındaki tercihlerim toplumun büyük bir kesimi ile uyuşmuyor olacak ki bu kitapların herhangi birinin bestseller olduğunu göremedim şimdiye kadar.

Bu son 3 çevirimden sonra, yayınevi bana yine aynı tarzda bir kitap önerdi. Beklentilerimin suya düştüğünü söylememe gerek yok sanırım. Bu kitabı almak istemedim ama editörüm şu anda ellerinde sadece bunun olduğunu ve bu tarzın iyi gelir getirdiğini söyledi. Açıkçası maddi anlamda çok ihtiyacım olduğunu söyleyemem, yani kitap çevirisi yapmasam da hayatımı aynı standartlarda idame ettirebilirim ama beni her seferinde çeviriye iten şey bu işten aldığım keyif. Ancak, sırf bu işi seviyorum diye düşük standartlarda çalışıp, emeğimi sömürtmek de kabul edebileceğim bir şey değil. Bu bakımdan şu an çalıştığım yayınevinden memnunum. Ödemelerini aksatmaz ve diğer baskılarda kuruşuna kadar çevirmenin hakkını öder. Ama art arda gelen krizler yayınevini de vurmuş olmalı ki, son zamanlarda fazla çeviri kitap yayınlamaz oldular ve de yayınladıkları türde bir sapma seziyorum. Şimdi benim kafamı kurcalayan şey, bu dönem geçene kadar sevmediğim tarzda çeviriler yapmaya devam etmeli miyim, yoksa belki birkaç sene bu sevdiğim işten uzak mı durmalıyım?
:(

28 Ocak 2010 Perşembe

Şüphe ve Çeviri İkilisi


3 aydır üzerinde çalıştığım kitap çevirimi nihayet tamamladım. Şu sıra son okumasını yapmakla meşgulüm. Çeviri sürecinden büyük keyif almam bir yana, son okumanın keyfi ayrı benim için :) Neden mi? Açıklayayım.

İnsan bir işi yaparken kendinden çok emin olunca hata yapma payı da artıyor (Şimdi, bir arkadaşımın geçenlerde “sadece aptallar emin olur” dediğini hatırladım :) çok doğru bir laf.) Diğer işler bir yana, çeviri yaparken, yaptığım çevirilerden, bulduğum karşılıklardan, o karşılığın olabilecek en iyi karşılık olup olmadığından sıklıkla şüphe ederim ama bunu yaparken dozu da iyi belirlemek, aşırıya kaçmamak gerek, aksi takdirde durum tersine dönebilir. Sonuçta fazla şüphe de güvensizlik doğurur. Burada demek istediğim, iyi bir çevirmenin yaptığı çeviriden içten içe şüphe etmesinin o çevirmene zarar değil, fayda sağlayacağı. Eğer bir şeyin doğru olduğundan emin olursanız onu sorgulama ihtimaliniz de düşer. Ama ya o sizin sandığınız kadar doğru değilse? Bunu anlamanın güzel bir yolu var: son okuma.

Çevirilerimi yaparken, çeviri sürecinde duyduğum şüphe içten içe bende metni beğenmeme duygusu uyandırıyor. Öğrencilerin sınav kağıtlarını okuyan bir öğretmenin eleştirel bakışı gibi. Her zaman, bu kelime için daha iyisi bulunabilir ihtimalini açık tutuyorum (elbette onu bulacak olan yine benim ama henüz değil). Ve çeviriyi tamamladığımda, o devasa metin haline gelen kelime öbekleriyle yüzleşme, onlarla uzlaşma vakti de gelmiş oluyor. Son okumaya geçtiğimde, çeviri sürecinde bir suçlu gibi şüphe duyduğum metnin, onları bir okuyucu gözüyle okurken aslında şüphelendiğim kadar kötü olmadığını fark edince üzerime bir rahatlık çöküyor. Genelde, son 3-5 kitaptır bunu yoğun bir şekilde hissediyorum, sanıyorum buna tecrübe diyorlar. Beni zora sokan o ifadelerin karşılıklarını içime sinecek şekilde bulacağımı zaten biliyorum ama bilerek yazdıklarımdan şüphe etmek bana son okumada mükafatını veriyor.

Son okumaya başlarken bir çevirmen gözüyle okumanın yanı sıra, bir de okuyucu gözüyle okumak gerektiğini insanın son kelimeye kadar aklından çıkarmaması gerek. Bunu unuttuğunuz an amaçtan sapıp, yine metni ameliyat masasına yatırmış, yine analiz etmek için cümle boyutuna indirgemiş oluyorsunuz. Oysaki yapmanız gereken metnin bütününden çıkmamak. Yani, bir anlamda çeviri sürecindeyken uyguladığınız tümevarım yöntemini (cümleden metnin tamamına), son okuma sırasında tersine çevirmeniz gerekiyor. Kelime kelime, cümle cümle okusanız da hiçbir zaman metnin bütünlüğünü kaybetmemeniz gerekir. Bu esnada önemli bir avantajınız da var: şu anda o kitabın tamamını hatim etmiş, en ince ayrıntısına kadar analiz etmiş olmanın verdiği bütünlük bilincine de sahipsiniz.

Genelde içime sinmeyen karşılıkları çeviri metni üzerinde highlight ederim ve onlara çeviriyi bitirdikten sonraki son okuma sırasında geri dönerim. Bunun sebebi de, o ifadelere sonradan hem okuyucu gözüyle objektif bakarak değerlendirme hem de metnin tamamını sindirmiş bir çevirmen olarak tekrar yorumlama şansımın olacağını bilmem. Bu yöntem her zaman kazançlı çıkarır çevirmeni.

Bu defa 2 kitap birden aldığım için (aynı yazara ait), iki çeviri arasında ara vermeyeceğim. Zaten ara verme lüksüm de yok, çünkü kitaplar kısa bir süre içinde basılacaklar. Daha şimdiden (sevmediğim bir tür de olsa) yeni kitabın heyecanı ve endişesi başladı bende :) Yoksa şüphe mi demeliyim buna?

10 Kasım 2009 Salı

Suicidal Tendencies


Bir kitap fuarı daha bitti. Bu seneki teması nedeniyle her zamankinden daha heyecanlıydım ama pek de beklediğim gibi geçti diyemem. Kitap Çevirmenleri standında nöbetçi olduğum gün insanların tamamen bilinçsizce, başlığında bile ne yazdığına bakmadan sürekli broşür ve kitapçık almasına sinir oldum. Ne beleşçi milletiz diye düşünmeden edemedim bir kez daha. Ne olursa olsun yeter ki beleş olsun. :) Ne yapacaksa o kadar alakasız şeyi. Kağıt israfından başka bir şey değil. Bazen kitap fuarlarına doluşan boş kalabalığın, hiçbir zaman kullanmayacakları saçmasapan şeyleri sırf karşılığında para ödemiyorlar diye toplamak için orada olduğunu düşünmeden edemiyorum (kitapseverleri hariç tutuyorum).

Tema çeviri olduğu halde, biz de kitap çevirmenleri birliği olduğumuz halde, bu işle profesyonel anlamda ilgilenen birileri uğramadı ne yazık ki. 9 gün boyunca sadece 10 yeni üye kaydoldu birliğe. Adım atacak yer bulamadığımız fuarda sadece 10 çevirmen mi bu birliğin varlığından haberdardı? İlginç diyaloglar da geçmedi değil elbette. 50-55 yaşlarında bir adam geldi standa ve bana “kimler kurdu bu birliği?” diye sordu. Hafif bir tebessümle “kitap çevirmenleri” diye cevap verdim, en kestirme yoldan. “Tamam canım, herkes çevirmen zaten,” dedi. :) Ona söylemedim ama içimden “herkes çevirmen olmasın diye kurduk zaten” diyesim geldi, yuttum lafımı. Kendisini çevirmen diye tanıttı ama ne çevirdiğini sorunca yıllar önce çeviri bürolarında çalıştığını, şurdan burdan çeviriler yaptığını söyledi. Bir de üzerine “ben biliyorum kitap çevirmenlerine çok az para veriyorlar, ne kadar alıyorsunuz 500 falan mı?” demez mi? :D Yok artık, o kadar da değil dedim ama gidip kendimi köprüden atasım geldi bu mesleğin düştüğü haller karşısında.

Bir de 55 yaşlarında, son derece bakımsız, hatta hasta olduğundan ciddi anlamda şüphe ettiğim bir kadın geldi. Ben kitap çevirmek istiyorum dedi. “Güzel” dedim :) ben de bir beyin ameliyatı yapmayı düşünüyordum. “Bir gün bir kitap gördüm, okudum, sonra arkadaşım bana neden bu kitabı çevirmiyorsun dedi, ben de o kitabı çevirmeyi düşünüyorum,” dedi. “Hangi kitap bu?” diye sordum, uzunca bir düşündükten sonra “….. gibi bir şeydi, adını şu an tam hatırlamıyorum,” dedi. Kartımızı aldı, adresimizi sordu gitti. Mesleği bırakmama ramak kalmıştı o an.

Benim için kitap fuarları artık, edebiyat camiasından tanıdığım ama uzun zamandır görüşme fırsatı bulamadığım arkadaşlarımla buluşup, sohbet etme mekanı olmaya başladı denebilir, çünkü kitabı zaten yılın her zamanı alabiliyorum. Bir de yeni iş imkanlarına vesile oluyor benim için. Mesela bu seferki fuarda, birkaç ay önce başka bir ilde iş görüşmesi yaptığım ama şartlarda uzlaşamadığımız bir yayınevinin genel yayın yönetmeni ve sahibiyle karşılaştım. İkinci bir görüşme yaptık. It’s a long way from homee. :)

Bu arada çeviriye yeniden başladım (gerçi bir aydan fazla oldu, kitabın 1/3ü bitti). Yine önceki çalıştığım yayıneviyle. Şartlarımızı düzeltemedik maalesef ama bu sefer 2 bestseller olmaya aday çeviri aldım. Açıkçası ne okumayı ne de çevirmeyi tercih ettiğim tarzda kitaplar değiller ama en azından çevirirken sıkılmıyorum, eğlenceli olduklarını söyleyebilirim. Bu iki çeviriden sonra polisiye ile devam etmek istiyorum, zira en son polisiye çevirimi Şubat’ta teslim etmiştim. Heyecanlı bir şeyler çevirmeyi özledim.

Fuarda çevirmen arkadaşlarımın birinden piyasadaki bazı yayınevlerinin çevirmenlere teklif ettikleri komikötesi şartları duydum, benimkinin haline şükredecektim neredeyse. :) Kelime başına 1 cent veren yayınevleri varmış!!! Sing, fat lady, sing…

6 Ekim 2009 Salı

Gelin Tanışalım!



Merhabalar,

Çeviri almadığım şu dört ay içinde yazı da yazmadığımı fark ettim. Yaz rehavetinin ve tembelliğin de etkisi var bunda elbette.

Bu süre içerisinde 4 tane yayıneviyle görüşmem oldu ve her biri gayet güzel kitaplar önerdi. Ancak piyasanın şartları benim çalıştığım yayınevinden de betermiş ne yazık ki. Bugünlerde yayınevleri ekonomik krizi bahane ederek, kitap çevirmenliği anlaşmalarında kullanılan yüzde hesabını tümden kaldırmayı amaçlıyorlar olsa gerek, zira bu dört yayınevi içinde sadece biri yüzde üzerinden çalışıyordu. Bir kez daha söylüyorum, bizler dilekçe çevirmiyoruz, edebiyat çevirisi yapıyoruz, çevirimiz bizi eser sahibi yapıyor, o nedenle kitap başına rastgele biçilen fiyatlar üzerinden ya da sayfa başına ödeme yöntemiyle çalışmayın, yeni çevirmenlere söylüyorum!

Sonuç olarak, çevirisiz geçen 4 ay benim için oldukça uzun bir süre ve dayanamayıp yayınevimle tekrar bir görüşme yapıp, yeniden çeviriye başladım. Şartlarda bu sene için pek bir değişme olmasa da, maalesef çevirmek istediğim türden feragat ederek satış garantili 2 kitap almak durumunda kaldım. Bu iş bana huzur veriyor ve şartlar ne olursa olsun kendimi bundan mahrum etmek istemediğimi anladım (tabii kabul edilebilir sınırlar dahilinde). Şimdi Nisan’a kadar doluyum. Ondan sonra yine polisiyeye dönme niyetindeyim.

Bu arada, daha önce de belirttiğim gibi bu sene 31 Ekim-8 Kasım arası Tüyap’ta kitap fuarı var ve teması Kültürlerarası Diyalogda Çeviri. Çevbir, fuar süresince çok güzel etkinlikler organize etti. Eğer bir merhaba demek, tanışmak isterseniz ben 7 Kasım’da tüm gün Çevbir standında görevli olacağım.

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Bir fincan kahve ve Tezer Özlü



Lise son sınıfta olmuştu sanırım onunla tanışmam, liseden hemen sonraki yıl da olabilir. Üzerinden 15 seneden fazla geçmiş, hatırlamakta zorlanıyorum ama o satırların bende bıraktığı etki hiç azalmadı. O yıllarda Tezer Özlü beni en çok etkileyen yazar olmuştu, sonraki de Oğuz Atay'dı (ikisinin de 43 yaşında ölmesi ne acı tesadüf). Tezer Özlü'nün "Yaşamın Ucuna Yolculuk" ile "Eski Bahçe Eski Sevgi"yi her gittiğim yere küçük bir kahve kavanozu eşliğinde çantamın içinde gezdirmekten kitapların artık uçları kıvrık kıvrık olmuş, YKY'nin kitap kapaklarının kalınlığına rağmen biri kırmızı, diğeri yeşil renkteki kapaklar kat kat ayrılmaya yüz tutmuştu. Bir fincan koyu kahve eşliğinde bu iki favori yazarımın kitaplarını rasgele bir yerden açıp okumanın verdiği keyfi hiçbir şeyle değişmem. Hala ara ara aklıma bir cümle ya da bir paragraf gelir ve kendimi, içinde bulunduğum ortamın uygunsuzluğuna rağmen, bir bağımlı gibi o paragrafı okuyabilmenin yollarını araştırırken bulurum. Bazen işyerinde alakasız bir günün ortasında, bazen de sokakta hiç beklenmedik bir anda geliverir o paragrafı okuma arzusu. İşteysem internetten araştırırım, bazen bulurum bazen bulamam. Bulamadığım anlarda ilk iş eve gidip o paragrafı okumak olur :)


Şimdi canım Tezer Özlü okumak istiyor. Bugün okumayı çok istediğim o paragrafı bulamadığımdan buraya yazamıyorum ama belki içinizde bulan olur ve yorumlar kısmına onu ekler :) "Eski Bahçe Eski Sevgi"nin Eski Sevgi bölümünde 1980 Yazı A/B (yanılmıyorsam) öykülerinden birinin içinde "Gittiler. Her şeylerini bırakıp gittiler. Bardaktaki çayı..." diye başlayan bölümü okumak istiyorum bugün ama bulamıyorum. Tezer Özlü'den alıntılar yapmak istiyorum bu yazıda sadece.


“Pazar günleri… Şimdilerde… Sokak aralarından geçerken… gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim… evlerin pencere camları buharlaşmışsa… odaların içine asılmış çamaşır görürsem… bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayımlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek………. isterim hep.”


"Yalnız sağlıklı insan aklı ile yaşansaydı, değmezdi yaşamaya can sıkıcı olurdu. Tam aksine güzel olan dünyanın gökyüzü altında bir deliler topluluğunu andırması..."


"...Ama insanın gerçek yeteneğini, tüm yaşamını, kanını, aklını, varoluşunu verdiği iç dünyasının olgularının sizler için hiç bir değeri yok ki. Bırakıyorsun insan onları kendisiyle birlikte gömsün. Ama hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzünüze haykırmak istiyorum. Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. Aranızda dolaşmak için çalışıyorum. İstediğimi çalışmama izin vermediğiniz için. İçgüdülerimi hiçbir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiçbir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz. Yaşamım boyunca içimi kemirtiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. İşyerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım. Şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken hangi otobüs ya da tren istasyonuna, hangi havaalanı ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum."


"Sordukları zaman, bana ne iş yaptığımı, evli olup olmadığımı, kocamın ne iş yaptığını, ana babamın ne olduklarını sordukları zaman, ne gibi koşullarda yaşadığımı, yanıtlarımı nasıl memnunlukla onayladıklarını yüzlerinde okuyorum. Ve hepsine haykırmak istiyorum. Onayladığınız yanıtlar yalnız bir yüzey, benim gerçeğimle bağdaşmayan bir yüzey. Ne düzenli bir iş, ne iyi bir konut, ne sizin "medeni durum" dediğiniz durumsuzluk, ne de başarılı bir birey olmak, ya da sayılmak benim gerçeğim değil. Bu kolay olgulara, siz bu düzeni böylesine saptadığınız için ben de eriştim. Hem de hiç bir çaba harcamadan. Belki de hiç istediğim gibi çalışmadan. İstediğiniz düzene (ayak uydurmak) o denli kolay ki..."

"Bir süre sonra kent yaşamı başlayacak. Tüm işyerleri çalışacak insanlarla dolacak. sürekli çalışan fabrikalarda işçiler vardiya değiştirecek. İstasyonlarda trenler duracak. Trenler kalkacak. Gökyüzünde uçan uçaklar dünyanın belirli havaalanlarına doğru gökyüzünde yol alacak. Gemiler, arabalar, eşyalar yüklenecek. İstasyonlara yorgun yolcular inecek. Uykusuz gece geçirenler yorgun kalkacak. Kimi mutlu, kimi acılı, kimi sevgi ile geçirdiği gecenin aşkı ile uyanacak. Kimi öfke ile. Kimi kendine güne nasıl başlayacağını soracak. Kimi bir intiharı düşünecek. Kimi özlem duyduğu bir kenti. Özlem duyduğu bir insanı. Kimi bugün beklenmedik bir ölümle ölecek. Kimi yalnız dağlar ve tarlalarla tanıdığı dünyasına bakacak. Kimi tanrısına yakaracak. Kimi bir silahla birisini öldürecek. Kimi birilerini öldürmek için bir yerlere bomba atacak. Pankart asacak. Kimi ölümle yargılanacak. Kimi barış konferansına katılmak için bir yolculuğa çıkacak.Bütün ülkelerin ordularının askerleri insan öldürme talimi yapacak. Kimi ülkede bir darbe olacak. Gazeteler basılmıştır. Radyolar sabah programlarına çoktan başlamıştır. Akdeniz’de balıkçılar balık ağlarını çoktan sulardan çekmiştir. Akdeniz’de kadınlar kapılarının önünü çoktan süpürüp sulamıştır. Kamyonlar, arabalar yoldadır. Buzhanelerde bugün gömülmeyi bekleyen cesetler vardır. Sonsuz dünyanın, sonsuz yazlarından bir sabah."


"Daha güzel yaşam diye bir şey yok. Daha güzel yaşamlar ötelerde değil. Daha güzel yaşam başka biçimlerde değil. Güzel yaşam burada. Taksim alanında turşu, pilav, simit, çiçek, kartpostal satan, ayakkabı boyayan siyah kalabalık içinde. Trafik tıkanıklığından yürümeyen arabalar, egzoz kokusu, alana yayılan sidik kokusu, gözlerimiz, duygularımız önünde açılan bu kara kalabalıktan başka yerde, daha başka bir biçimde bir güzel yaşam yok."


''Doğumum bile bir kökünden kopma idi. On yaşıma kadar, çevremi özellikle çevremdeki sessizliği kavramaya çalıştım... Yirmi yaşım ile otuz yaşım arasında aklın bittiği yerleri ve çıldırmanın sınırlarını aradım... Otuz yaşım ile kırk yaşım arasında ne akıllı ne de çılgındım. Dünyayı kavradığımı sandım... Kırk yaşındayım. Bugün, gecenin bazı saatlerinde kitlenin anlamsız gürültüsü içinde boğuluyorum... Kendimi öldürmeye çalışıyorum... Özlemlerim kalmadı. Bıraktım. Hepsini kendi ve benim dünyamı anlamaları için bıraktım... Ve bana ölümsüzlerin sonsuz acıları kaldı.''


"Yaşam, ancak şimdi kavranılması ve anlaşılması gereken; oysa yaşanması, gerçeğine inilmesi ilerideki yıllara atılan bir yabancı öğe gibi önümüze getirilmiş. Coğrafya derslerine getirilen yerküre gibi. Kimse yaşadığımız mevsimin, günlerin ve gecelerin yaşamın kendisi olduğundan söz etmiyor. Her an belirtilen bir öğretiye, bizler hep hazırlanıyoruz. Neye?"


"Tanımadığın sürece her acı dayanılabilir."


"İnsan, ya toplumun akılla bağdaşmayan düzenine girer ya da varolur. Uyum istemiyor, var olmak istiyor."

"Gidiyor. Ben de gidiyorum. Henüz uyum duyacağım hiçbir şeyle karşılaşmadım."

Not: Buldum!

1980 Yazı Güneşi B
"Her şeyi bırakıp gittiler. Eski büyük çalışma masalarını, raflara dizilmiş kitaplarını, otuz yıldır her gün biriken kitapları. Üzerleri tozlu. Karmakarışık. Kimi artık hiç bulunmayacak eski baskıları. Dergileri. Gazeteleri. Kırık radyo ve pikapları. Tek tük ayakkabıları. Bardakları. Oyuncakları. Takılmış, takılmamış, geniş, dar kravatları, mektupları. Tabakları. Geniş servis tabaklarını. Çocukluklarında tuttukları günlüklerini. İlk oynadıkları bebeği. Pipolarını. Şimdi her şey karanlık nemli giriş katı içinde küf tutuyor. Pencere önündeki çiçekler kurudu. Dosyaların durduğu dolap üzerindeki kaktüs yaşamaya devam ediyor. Çekmecelerde kağıtlar, birçok banka cüzdanı, eskiden açılmış ve para sayılmayacak paraların kaldığı banka cüzdanları. Dolu, boş kasetler, mikrofonlar, elektrik, gaz, telefon faturaları. Gittiler. Doyumsuz ışıklarını bıraktılar kentin. Doyumsuz uzun sonbaharlarını. Tedirginlikleriyle gittiler.

Gittiler. Her şeyi bıraktılar. Kitapları. Çocukluk anılarını. Bazı tencerelerde kalmış, iyi temizlenmemiş yemek kalıntılarını, bir kutudaki yarım çayı. Evin nemini. Karanlığını. Hepsini bıraktılar. Korkularını da bıraktılar. Kararsızlıkları. (Yoksa tümüyle birlite mi götürdüler? Bunları giderek taşıyıp büyütüyorlar mı?)"

TEZER ÖZLÜ

1 Temmuz 2009 Çarşamba

Net - Brüt Hesabı


Son yazdığım yazıda, yayınevinin düşürdüğü yüzdeyi kabul etmek istemediğimden önerdikleri kitabı geri çevirdiğimi belirtmiştim. Durum hala değişmedi. Ne yayınevi geri adım attı ne de ben. Dolayısıyla, başka yayınevleri araştırmaya başladım. Bir yayınevi benimle çalışmak konusunda epey ilgili davrandı ve hatta çevirtmek istedikleri kitabı deneme çevirisi bile istemeden hemen önerdi. İstediğim yüzdeyi veremeyeceklerini söyleyince, ortak bir yüzdede anlaştık. Tüm bu görüşmeleri maille yaptığımızdan (malum hafta içi çalışıyorum, işten kolay kolay ayrılamıyorum), bazı konular havada kaldı. Ben de başta konuşulmayan konuların daha sonra sorun yaratacağını bildiğimden, aklıma takılan soruları teker teker yazıp mail attım kendilerine. İyi ki böyle yapmışım, aksi takdirde benim net yüzde olarak düşündüğüm tekliflerinin meğerse brüt olduğunu belki de çeviriye başladıktan sonra gelen sözleşme metninden öğrenecek ve kendime çok kızacaktım.


Pazarlık yazışmaları sonucunda, tüm çevirmenlerine brüt maksimum o kadar yüzdeyi verebildiklerini söylediler ve ben de yine kendi taban yüzdemin altına düşemeyeceğimi bildirdim. Hal böyle olunca yine çevirisiz kaldım :)


Bu konu, aslında benim çeviriye başladığım ilk günden beri çok dikkat ettiğim ve çevremde çeviriye yeni başlayan arkadaşlara da sözleşme yapmadan önce kesinleştirmeleri konusunda tavsiyelerde bulunduğum bir konu. Bazı yayınevleri tekliflerini yaparken net yüzde vermek yerine brüt fiyat veriyorlar ve verdikleri rakamın brüt olduğunu da söylemiyorlar. Sözleşme yapmadan önce sözel olarak anlaşma yapıldığından ve bu sözlerin sözleşmenin büyük ölçüde temelini oluşturduğundan, bu aşamada her şeyin net konuşulup karara bağlanması biz çevirmenlerin lehine olacaktır görüşündeyim. Yoksa gereksiz zaman kaybı ve yanlış anlamalara sebep oluyor. Brüt olsa ne kadar fark eder ki demeyin. Bu yaklaşık %30’luk bir kayba varabiliyor. Net hesapta, çevirmen için ödedikleri stopaj vergisi, KDV (bazen hariç tutulabiliyor), vs gibi masrafları düşüldükten sonra anlaşılan yüzde üzerinden çevirmene ödeme yapılıyor. Ama brüt anlaşılmışsa, o zaman tüm bu masraflar da hesaba katılarak hesaplanan yüzde üzerinden daha sonra bu masrafları düşerek çevirmene ödeme yapıyor. Onları kestiğinde ise çevirmenin net yüzdesi, brüt yüzdeden yaklaşık %1,5 kadar eksik oluyor. Yani brüt %8’e anlaşmışsanız size ödenecek net miktar yaklaşık %6,5’a tekabül ediyor. Sözleşmeyi imzalamadan önce (çünkü bazen yayınevleri sözleşmeleri çevirmene çeviriye başladıktan birkaç ay sonra gönderiyorlar) çok ince hesaplara dayalı olan bu telif işinde her şeyi açık ve net konuşmakta fayda var.


Bu yaz benim için çevirisiz geçecek gibi görünüyor. Ben de yayınevleri makul çeviri yüzdelerine geri dönene kadar dinlenirim bu vesileyle. Bu, bir ömür sürmez umarım :)

12 Haziran 2009 Cuma

Çevirmenlik Nereye Gidiyor?


Yakın bir zamana kadar herhangi bir yayınevinden bir kitap çevirisi alırken hiçbir zaman taban yüzde olarak belirlenen rakamın altını teklif eden bir sözleşmeye imza atmamıştım. Henüz kitap çevirmenliğinde çok tecrübesiz olduğum ilk kitap çevirimde bile oldukça iyi şartlarda bir çeviri yapmıştım. Ancak şu 8-10 sene içerisinde bu iş nasıl ayağa düştüyse, nasıl onur kırıcı bir hal aldıysa artık, bugünlerde o zamanın taban yüzdesini bile veren yayınevi bulmak sevinç kaynağı oluyor.


2 senedir çalışmakta olduğum, Türkiye’nin önde gelen büyük yayınevlerinden biri olan yayıncım bana verdiği son çeviride çevirmen yüzdelerini düşürme kararı aldığını ilan etti. Ancak bu söz konusu yüzde, bizim Çevbir’in belirlediği tip sözleşmenin taban yüzdesinden de düşük. Yani piyasada kitap çevirmenliği yapan bir çevirmenin alması gereken minimum yüzdeden daha düşük. Duyunca ben de ister istemez birçok çevirmen arkadaşım gibi şaşırdım. Elbette bahane olarak kriz piyasasını ve kitap satışlarının düşüşünü gösterdiler. Medyanın neredeyse hakimi konumunda olan dev bir şirketin, krizden daha az zarar görmek için bulduğu çarenin, zaten taban fiyat uyguladıkları çevirmen yüzdesini düşürmek olması herkes gibi beni de düşündürdü ve ister istemez aklımda “Bir yayınevi için çevirmen nedir ki?” sorusu dönmeye başladı. Ne olacak? Elinin kiri!


Yıllardır bir yayınevine ikinci baskıyı görsün görmesin onca kitap çevirmiş olan çevirmenlere ne kadar değer verildiğini gösteriyor bu tablo bana. Bir dayatmayla, “bu yüzdeden çalışırsanız çalışın, yoksa güle güle” deniyor resmen. Zaten yayınevinin kalifiye çevirmen kadrosunun bu kararı duyar duymaz teker teker yayınevinden ayrıldığını da söylemem gerek. Ama yayınevi bunu bir kayıp olarak görüyor mu? Asıl sorulması gereken soru bu. Burada bir yayınevini örnek versem de geneli için bunu söylemek yanlış değil. Çoğu yüzdeyle bile çalışmıyorlar, ya fi tarihinden kalma forma hesabıyla ya da kitabı eline alıp şöyle bir çevirip, sanki pazarda sattığı malmış gibi ona ortalama bir rakam biçerek yaptırıyorlar çevirileri. Bu kitap için sana 2000 lira veririm, kabul mü? Yok abi kurtarmaz, kurtarsa dükkan senin. Hadi 2200 olsun, ama bi kuruş daha çıkamam. Benim de çoluk çocuğum var. Abi, bari ikinci baskıdan bişiler ver. O hayatta olmaz! Tamam abi, canın sağolsun, deyip el sıkışıyorlar sanki. Komediye bakınız.


Kitap çevirmeninin bir eser sahibi olduğunu (yasalar bile bu şekilde belirtiyor), yaptığı çevirinin dilekçe çevirisi olmadığını o nedenle de çeviri bürolarındaki gibi kelime üzerinden ödeme yapma durumunun söz konusu olamayacağını ya anlamıyorlar ya da işlerine gelmiyor. Sonuç olarak, emeğinin karşılığının bu olmadığını düşünen, bu işi gerçek mesleği olarak gören kalifiye çevirmenler kendi meslek alanlarından uzaklaşıp ister istemez başka işlere yönelmeye başlıyorlar. Ortalık da 3-5 kuruşa çeviri yapmaya razı, arkalarından düzeltmenlerin işi kotardığı, alaylı sözde çevirmenlere kalıyor. Bu insanlar sanki karın tokluğuna çalışacaklarmış izlenimi bırakıyorlar bende. Ne zaman dur diyecekler merak ediyorum.


Uzun lafın kısası, elimdeki çeviriyi bitirdikten sonra yayınevinin bana teklif ettiği kitabı kabul etmedim, çünkü düşük yüzdede ısrar ettiler. Benim emeğimin karşılığı bu kadar ucuz değil. Gerekirse istediğim şartları sağlayan bir yayınevi bulana kadar çeviri yapmam ama karın tokluğuna da çalışmam. Benim o paraya ihtiyacım yok. Zaten halihazırda başka bir işim de var ama asıl işim bu benim ve sevdiğim işi yapmamam için yayınevleri önüme her türlü engeli yığıyor. İşte bu gibi durumlarda sesimizi daha fazla çıkarıp, bir araya gelip, haklarını sonuna kadar savunan ve yayınevinin her uygulamasına evet demeyen, hayır demeyi bilen güçlü bir çevirmen topluluğu olabilmemiz için ÇevBir gerekli. Her çevirmen benim yaptığım gibi emeğinin arkasında dursa bu sorun kısa zamanda çözülür ama maalesef önce kendi içimizde birlik olması gerek. Aksi taktirde, her birimiz kendi çapında bir Don Kişot olmaktan öteye geçemeyeceğiz.

5 Haziran 2009 Cuma

Craig Russell ve 'Kriminalhauptkommissar Jan Fabel' Serisi


Ve bir roman çevirisini daha teslim ettim. Kitapları çok iyi satan bir yazarın, tabiri caizse tuğla gibi 450 sayfalık hard cover bir romanıydı. Daha önce de bahsettiğim gibi, genelde çevirmeyi tercih ettiğim polisiye tarzı bir kitap değildi. O nedenle benim için de değişik bir tecrübe oldu. Ama son okumayı yaparken geriye dönüp baktığımda çıkardığım işten memnun kalmıştım, artık bundan sonraki temennim çevirinin redaksiyonda emin ellere düşmesi ve tabiatı fazla değişmeden hayırlısıyla basılması :)


Yaz dönemi çeviri konusunda bir tembellik çöküyor üstüme. Normalde 3 ayda rahat rahat çevireceğim kitabı yaz aylarında 5 ayda sallana sallana çevirdiğimi fark ettim. O nedenle yaz aylarına denk gelen kitapların teslim tarihini uzun tutmaya özen gösteriyorum. Henüz yeni çeviriye başlamadım, birkaç hafta ara verdim kendime. Bu da, ısınan havaların cazibesinden diyelim.


Bu vesileyle ben de uzun zamandır okumak için can attığım kitaplardan oluşan kitap listemi biraz karıştırayım istedim. Polisiye türünde ülkemizde nispeten yeni duyulan yazarlardan biri olan Craig Russell’ın Türkiye’de Renan Akman çevirisiyle yayımlanmış olan ilk kitabı Kanlı Kartal’ı okuyorum. Craig Russell’ı tanıma sürecim tersten başladı diyebilirim. Son kitabını önce okudum ve olay örgüsü yaratma becerisine hayran oldum diyebilirim. Zaten emekli polis olan İskoçyalı yazarın kriminal dedektif Jan Fabel serisini çok sevdiğimi söylemeliyim. Almanya ve Alman dili sempatizanı olan yazarın Alman polisinden aldığı bir onur ödülü de bulunuyor. Fabel serisi çoğunlukla Almanya’da geçiyor ve bazı yerel birimlerin ve kuruluşların isimleri Almanca ifade ediliyor. Hatta bu serinin tüm kitaplarında ‘bey’ ve ‘hanım’ gibi hitap kelimeleri bile ‘herr’ ve ‘frau’ olarak yazılmış. Çeviride de buna sadık kalınmış, yer yer dipnotlarla okuyucuya bilgi verilmiş. İlk etapta bu Almanca kelimeler insanı rahatsız etse de, sonradan insan yavaş yavaş alışıyor denebilir. Almanca’ya hiç ilgim olmadığından, yazarın bu ilginç tercihi öncelikle bana antipatik gelmişti ama sonradan bu kelimelerin romanın atmosferini pekiştirdiğini hissettim. Hatta ilk başlarda neden Türkçe’ye çevrilmiyor diye sorsam da, yazarın bu kelimeleri bilinçli olarak Almanca yazdığını düşünerek, yazarın tercihine saygı duymanın ve o şekilde bırakmanın doğru olduğu görüşüne katıldım.


Russell’ın polislik geçmişinin bu serinin yazılışında fazlaca işe yaradığı kesin. Başkarakter Kriminalhauptkommissar Jan Fabel, serinin ilk kitabı olan Blood Eagle’da (Kanlı Kartal – Doğan Kitap) ayin niteliğinde vahşice seri cinayetler işleyen bir çetenin izini sürüyor. Ukrayna ve Türk mafyası da işin içine karışıyor. Fabel bu cinayetlerin izinden giderken bir yandan da katilden (ya da katillerden) ilginç mesajlar alıyor:


'Time is strange, is it not? I write and you read and we share the same moment. Yet, as I write this, Herr Hauptkommissar, you sleep and my next victim still lives. As you read it, she is already dead. Our dance continues…'


Serinin ikinci kitabı Grimm Brothers’da ise (Kanlı Masallar – DK, çev: Boğaç Erkan), art arda işlenen cinayetlerin aslında Hansel ve Gratel isimli masala gönderme niteliği taşıdığı fark ediliyor.

Serinin 3. kitabı olan Eternal’da (Ölümsüz – DK, çev: Hayrullah Doğan) Jan Fabel, 24 saat arayla öldürülen radikal bir solcu, bir çevreci ve bir genetik uzmanının ardındaki sırrı çözmeye çalışır.


Henüz Türkiye’de yayımlanmamış olan 4. kitap The Carnival Master’da ise iki farklı ‘case’ paralel süregelmektedir. Bir tarafta Fabel ve ekibiyle geçmişten kalan bir hesabı olan Ukrayna mafyasının tehlikeli lideri, diğer bir tarafta ise Köln’deki Karnaval sırasında peşi sıra cinayetler işleyen bir yamyam katil vardır. Her iki olayın da kesişme noktası Hamburg polis teşkilatı cinayet masası olur.


Russell’ın kitaplarını okurken film izler gibi hissediyorum kendimi. Dilinin akıcılığıyla ve son derece zeki kurgusuyla en sevdiğim polisiye yazarlardan biri olmayı başardı. Elbette Russell’ın geçmiş kariyerinin de etkisi büyük bunda. Duyduğuma göre serinin 5. kitabı ‘The Valkyrie Song’ da yakında İngiltere’de çıkacakmış. Merakla bekliyorum, zira serinin 4. kitabı çok heyecanlı bir yerde kalmıştı :)



Keyifli okumalar.