5 Ağustos 2009 Çarşamba

Bir fincan kahve ve Tezer Özlü



Lise son sınıfta olmuştu sanırım onunla tanışmam, liseden hemen sonraki yıl da olabilir. Üzerinden 15 seneden fazla geçmiş, hatırlamakta zorlanıyorum ama o satırların bende bıraktığı etki hiç azalmadı. O yıllarda Tezer Özlü beni en çok etkileyen yazar olmuştu, sonraki de Oğuz Atay'dı (ikisinin de 43 yaşında ölmesi ne acı tesadüf). Tezer Özlü'nün "Yaşamın Ucuna Yolculuk" ile "Eski Bahçe Eski Sevgi"yi her gittiğim yere küçük bir kahve kavanozu eşliğinde çantamın içinde gezdirmekten kitapların artık uçları kıvrık kıvrık olmuş, YKY'nin kitap kapaklarının kalınlığına rağmen biri kırmızı, diğeri yeşil renkteki kapaklar kat kat ayrılmaya yüz tutmuştu. Bir fincan koyu kahve eşliğinde bu iki favori yazarımın kitaplarını rasgele bir yerden açıp okumanın verdiği keyfi hiçbir şeyle değişmem. Hala ara ara aklıma bir cümle ya da bir paragraf gelir ve kendimi, içinde bulunduğum ortamın uygunsuzluğuna rağmen, bir bağımlı gibi o paragrafı okuyabilmenin yollarını araştırırken bulurum. Bazen işyerinde alakasız bir günün ortasında, bazen de sokakta hiç beklenmedik bir anda geliverir o paragrafı okuma arzusu. İşteysem internetten araştırırım, bazen bulurum bazen bulamam. Bulamadığım anlarda ilk iş eve gidip o paragrafı okumak olur :)


Şimdi canım Tezer Özlü okumak istiyor. Bugün okumayı çok istediğim o paragrafı bulamadığımdan buraya yazamıyorum ama belki içinizde bulan olur ve yorumlar kısmına onu ekler :) "Eski Bahçe Eski Sevgi"nin Eski Sevgi bölümünde 1980 Yazı A/B (yanılmıyorsam) öykülerinden birinin içinde "Gittiler. Her şeylerini bırakıp gittiler. Bardaktaki çayı..." diye başlayan bölümü okumak istiyorum bugün ama bulamıyorum. Tezer Özlü'den alıntılar yapmak istiyorum bu yazıda sadece.


“Pazar günleri… Şimdilerde… Sokak aralarından geçerken… gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim… evlerin pencere camları buharlaşmışsa… odaların içine asılmış çamaşır görürsem… bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayımlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek………. isterim hep.”


"Yalnız sağlıklı insan aklı ile yaşansaydı, değmezdi yaşamaya can sıkıcı olurdu. Tam aksine güzel olan dünyanın gökyüzü altında bir deliler topluluğunu andırması..."


"...Ama insanın gerçek yeteneğini, tüm yaşamını, kanını, aklını, varoluşunu verdiği iç dünyasının olgularının sizler için hiç bir değeri yok ki. Bırakıyorsun insan onları kendisiyle birlikte gömsün. Ama hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzünüze haykırmak istiyorum. Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. Aranızda dolaşmak için çalışıyorum. İstediğimi çalışmama izin vermediğiniz için. İçgüdülerimi hiçbir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiçbir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz. Yaşamım boyunca içimi kemirtiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. İşyerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım. Şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken hangi otobüs ya da tren istasyonuna, hangi havaalanı ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum."


"Sordukları zaman, bana ne iş yaptığımı, evli olup olmadığımı, kocamın ne iş yaptığını, ana babamın ne olduklarını sordukları zaman, ne gibi koşullarda yaşadığımı, yanıtlarımı nasıl memnunlukla onayladıklarını yüzlerinde okuyorum. Ve hepsine haykırmak istiyorum. Onayladığınız yanıtlar yalnız bir yüzey, benim gerçeğimle bağdaşmayan bir yüzey. Ne düzenli bir iş, ne iyi bir konut, ne sizin "medeni durum" dediğiniz durumsuzluk, ne de başarılı bir birey olmak, ya da sayılmak benim gerçeğim değil. Bu kolay olgulara, siz bu düzeni böylesine saptadığınız için ben de eriştim. Hem de hiç bir çaba harcamadan. Belki de hiç istediğim gibi çalışmadan. İstediğiniz düzene (ayak uydurmak) o denli kolay ki..."

"Bir süre sonra kent yaşamı başlayacak. Tüm işyerleri çalışacak insanlarla dolacak. sürekli çalışan fabrikalarda işçiler vardiya değiştirecek. İstasyonlarda trenler duracak. Trenler kalkacak. Gökyüzünde uçan uçaklar dünyanın belirli havaalanlarına doğru gökyüzünde yol alacak. Gemiler, arabalar, eşyalar yüklenecek. İstasyonlara yorgun yolcular inecek. Uykusuz gece geçirenler yorgun kalkacak. Kimi mutlu, kimi acılı, kimi sevgi ile geçirdiği gecenin aşkı ile uyanacak. Kimi öfke ile. Kimi kendine güne nasıl başlayacağını soracak. Kimi bir intiharı düşünecek. Kimi özlem duyduğu bir kenti. Özlem duyduğu bir insanı. Kimi bugün beklenmedik bir ölümle ölecek. Kimi yalnız dağlar ve tarlalarla tanıdığı dünyasına bakacak. Kimi tanrısına yakaracak. Kimi bir silahla birisini öldürecek. Kimi birilerini öldürmek için bir yerlere bomba atacak. Pankart asacak. Kimi ölümle yargılanacak. Kimi barış konferansına katılmak için bir yolculuğa çıkacak.Bütün ülkelerin ordularının askerleri insan öldürme talimi yapacak. Kimi ülkede bir darbe olacak. Gazeteler basılmıştır. Radyolar sabah programlarına çoktan başlamıştır. Akdeniz’de balıkçılar balık ağlarını çoktan sulardan çekmiştir. Akdeniz’de kadınlar kapılarının önünü çoktan süpürüp sulamıştır. Kamyonlar, arabalar yoldadır. Buzhanelerde bugün gömülmeyi bekleyen cesetler vardır. Sonsuz dünyanın, sonsuz yazlarından bir sabah."


"Daha güzel yaşam diye bir şey yok. Daha güzel yaşamlar ötelerde değil. Daha güzel yaşam başka biçimlerde değil. Güzel yaşam burada. Taksim alanında turşu, pilav, simit, çiçek, kartpostal satan, ayakkabı boyayan siyah kalabalık içinde. Trafik tıkanıklığından yürümeyen arabalar, egzoz kokusu, alana yayılan sidik kokusu, gözlerimiz, duygularımız önünde açılan bu kara kalabalıktan başka yerde, daha başka bir biçimde bir güzel yaşam yok."


''Doğumum bile bir kökünden kopma idi. On yaşıma kadar, çevremi özellikle çevremdeki sessizliği kavramaya çalıştım... Yirmi yaşım ile otuz yaşım arasında aklın bittiği yerleri ve çıldırmanın sınırlarını aradım... Otuz yaşım ile kırk yaşım arasında ne akıllı ne de çılgındım. Dünyayı kavradığımı sandım... Kırk yaşındayım. Bugün, gecenin bazı saatlerinde kitlenin anlamsız gürültüsü içinde boğuluyorum... Kendimi öldürmeye çalışıyorum... Özlemlerim kalmadı. Bıraktım. Hepsini kendi ve benim dünyamı anlamaları için bıraktım... Ve bana ölümsüzlerin sonsuz acıları kaldı.''


"Yaşam, ancak şimdi kavranılması ve anlaşılması gereken; oysa yaşanması, gerçeğine inilmesi ilerideki yıllara atılan bir yabancı öğe gibi önümüze getirilmiş. Coğrafya derslerine getirilen yerküre gibi. Kimse yaşadığımız mevsimin, günlerin ve gecelerin yaşamın kendisi olduğundan söz etmiyor. Her an belirtilen bir öğretiye, bizler hep hazırlanıyoruz. Neye?"


"Tanımadığın sürece her acı dayanılabilir."


"İnsan, ya toplumun akılla bağdaşmayan düzenine girer ya da varolur. Uyum istemiyor, var olmak istiyor."

"Gidiyor. Ben de gidiyorum. Henüz uyum duyacağım hiçbir şeyle karşılaşmadım."

Not: Buldum!

1980 Yazı Güneşi B
"Her şeyi bırakıp gittiler. Eski büyük çalışma masalarını, raflara dizilmiş kitaplarını, otuz yıldır her gün biriken kitapları. Üzerleri tozlu. Karmakarışık. Kimi artık hiç bulunmayacak eski baskıları. Dergileri. Gazeteleri. Kırık radyo ve pikapları. Tek tük ayakkabıları. Bardakları. Oyuncakları. Takılmış, takılmamış, geniş, dar kravatları, mektupları. Tabakları. Geniş servis tabaklarını. Çocukluklarında tuttukları günlüklerini. İlk oynadıkları bebeği. Pipolarını. Şimdi her şey karanlık nemli giriş katı içinde küf tutuyor. Pencere önündeki çiçekler kurudu. Dosyaların durduğu dolap üzerindeki kaktüs yaşamaya devam ediyor. Çekmecelerde kağıtlar, birçok banka cüzdanı, eskiden açılmış ve para sayılmayacak paraların kaldığı banka cüzdanları. Dolu, boş kasetler, mikrofonlar, elektrik, gaz, telefon faturaları. Gittiler. Doyumsuz ışıklarını bıraktılar kentin. Doyumsuz uzun sonbaharlarını. Tedirginlikleriyle gittiler.

Gittiler. Her şeyi bıraktılar. Kitapları. Çocukluk anılarını. Bazı tencerelerde kalmış, iyi temizlenmemiş yemek kalıntılarını, bir kutudaki yarım çayı. Evin nemini. Karanlığını. Hepsini bıraktılar. Korkularını da bıraktılar. Kararsızlıkları. (Yoksa tümüyle birlite mi götürdüler? Bunları giderek taşıyıp büyütüyorlar mı?)"

TEZER ÖZLÜ