10 Kasım 2009 Salı

Suicidal Tendencies


Bir kitap fuarı daha bitti. Bu seneki teması nedeniyle her zamankinden daha heyecanlıydım ama pek de beklediğim gibi geçti diyemem. Kitap Çevirmenleri standında nöbetçi olduğum gün insanların tamamen bilinçsizce, başlığında bile ne yazdığına bakmadan sürekli broşür ve kitapçık almasına sinir oldum. Ne beleşçi milletiz diye düşünmeden edemedim bir kez daha. Ne olursa olsun yeter ki beleş olsun. :) Ne yapacaksa o kadar alakasız şeyi. Kağıt israfından başka bir şey değil. Bazen kitap fuarlarına doluşan boş kalabalığın, hiçbir zaman kullanmayacakları saçmasapan şeyleri sırf karşılığında para ödemiyorlar diye toplamak için orada olduğunu düşünmeden edemiyorum (kitapseverleri hariç tutuyorum).

Tema çeviri olduğu halde, biz de kitap çevirmenleri birliği olduğumuz halde, bu işle profesyonel anlamda ilgilenen birileri uğramadı ne yazık ki. 9 gün boyunca sadece 10 yeni üye kaydoldu birliğe. Adım atacak yer bulamadığımız fuarda sadece 10 çevirmen mi bu birliğin varlığından haberdardı? İlginç diyaloglar da geçmedi değil elbette. 50-55 yaşlarında bir adam geldi standa ve bana “kimler kurdu bu birliği?” diye sordu. Hafif bir tebessümle “kitap çevirmenleri” diye cevap verdim, en kestirme yoldan. “Tamam canım, herkes çevirmen zaten,” dedi. :) Ona söylemedim ama içimden “herkes çevirmen olmasın diye kurduk zaten” diyesim geldi, yuttum lafımı. Kendisini çevirmen diye tanıttı ama ne çevirdiğini sorunca yıllar önce çeviri bürolarında çalıştığını, şurdan burdan çeviriler yaptığını söyledi. Bir de üzerine “ben biliyorum kitap çevirmenlerine çok az para veriyorlar, ne kadar alıyorsunuz 500 falan mı?” demez mi? :D Yok artık, o kadar da değil dedim ama gidip kendimi köprüden atasım geldi bu mesleğin düştüğü haller karşısında.

Bir de 55 yaşlarında, son derece bakımsız, hatta hasta olduğundan ciddi anlamda şüphe ettiğim bir kadın geldi. Ben kitap çevirmek istiyorum dedi. “Güzel” dedim :) ben de bir beyin ameliyatı yapmayı düşünüyordum. “Bir gün bir kitap gördüm, okudum, sonra arkadaşım bana neden bu kitabı çevirmiyorsun dedi, ben de o kitabı çevirmeyi düşünüyorum,” dedi. “Hangi kitap bu?” diye sordum, uzunca bir düşündükten sonra “….. gibi bir şeydi, adını şu an tam hatırlamıyorum,” dedi. Kartımızı aldı, adresimizi sordu gitti. Mesleği bırakmama ramak kalmıştı o an.

Benim için kitap fuarları artık, edebiyat camiasından tanıdığım ama uzun zamandır görüşme fırsatı bulamadığım arkadaşlarımla buluşup, sohbet etme mekanı olmaya başladı denebilir, çünkü kitabı zaten yılın her zamanı alabiliyorum. Bir de yeni iş imkanlarına vesile oluyor benim için. Mesela bu seferki fuarda, birkaç ay önce başka bir ilde iş görüşmesi yaptığım ama şartlarda uzlaşamadığımız bir yayınevinin genel yayın yönetmeni ve sahibiyle karşılaştım. İkinci bir görüşme yaptık. It’s a long way from homee. :)

Bu arada çeviriye yeniden başladım (gerçi bir aydan fazla oldu, kitabın 1/3ü bitti). Yine önceki çalıştığım yayıneviyle. Şartlarımızı düzeltemedik maalesef ama bu sefer 2 bestseller olmaya aday çeviri aldım. Açıkçası ne okumayı ne de çevirmeyi tercih ettiğim tarzda kitaplar değiller ama en azından çevirirken sıkılmıyorum, eğlenceli olduklarını söyleyebilirim. Bu iki çeviriden sonra polisiye ile devam etmek istiyorum, zira en son polisiye çevirimi Şubat’ta teslim etmiştim. Heyecanlı bir şeyler çevirmeyi özledim.

Fuarda çevirmen arkadaşlarımın birinden piyasadaki bazı yayınevlerinin çevirmenlere teklif ettikleri komikötesi şartları duydum, benimkinin haline şükredecektim neredeyse. :) Kelime başına 1 cent veren yayınevleri varmış!!! Sing, fat lady, sing…

6 Ekim 2009 Salı

Gelin Tanışalım!



Merhabalar,

Çeviri almadığım şu dört ay içinde yazı da yazmadığımı fark ettim. Yaz rehavetinin ve tembelliğin de etkisi var bunda elbette.

Bu süre içerisinde 4 tane yayıneviyle görüşmem oldu ve her biri gayet güzel kitaplar önerdi. Ancak piyasanın şartları benim çalıştığım yayınevinden de betermiş ne yazık ki. Bugünlerde yayınevleri ekonomik krizi bahane ederek, kitap çevirmenliği anlaşmalarında kullanılan yüzde hesabını tümden kaldırmayı amaçlıyorlar olsa gerek, zira bu dört yayınevi içinde sadece biri yüzde üzerinden çalışıyordu. Bir kez daha söylüyorum, bizler dilekçe çevirmiyoruz, edebiyat çevirisi yapıyoruz, çevirimiz bizi eser sahibi yapıyor, o nedenle kitap başına rastgele biçilen fiyatlar üzerinden ya da sayfa başına ödeme yöntemiyle çalışmayın, yeni çevirmenlere söylüyorum!

Sonuç olarak, çevirisiz geçen 4 ay benim için oldukça uzun bir süre ve dayanamayıp yayınevimle tekrar bir görüşme yapıp, yeniden çeviriye başladım. Şartlarda bu sene için pek bir değişme olmasa da, maalesef çevirmek istediğim türden feragat ederek satış garantili 2 kitap almak durumunda kaldım. Bu iş bana huzur veriyor ve şartlar ne olursa olsun kendimi bundan mahrum etmek istemediğimi anladım (tabii kabul edilebilir sınırlar dahilinde). Şimdi Nisan’a kadar doluyum. Ondan sonra yine polisiyeye dönme niyetindeyim.

Bu arada, daha önce de belirttiğim gibi bu sene 31 Ekim-8 Kasım arası Tüyap’ta kitap fuarı var ve teması Kültürlerarası Diyalogda Çeviri. Çevbir, fuar süresince çok güzel etkinlikler organize etti. Eğer bir merhaba demek, tanışmak isterseniz ben 7 Kasım’da tüm gün Çevbir standında görevli olacağım.

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Bir fincan kahve ve Tezer Özlü



Lise son sınıfta olmuştu sanırım onunla tanışmam, liseden hemen sonraki yıl da olabilir. Üzerinden 15 seneden fazla geçmiş, hatırlamakta zorlanıyorum ama o satırların bende bıraktığı etki hiç azalmadı. O yıllarda Tezer Özlü beni en çok etkileyen yazar olmuştu, sonraki de Oğuz Atay'dı (ikisinin de 43 yaşında ölmesi ne acı tesadüf). Tezer Özlü'nün "Yaşamın Ucuna Yolculuk" ile "Eski Bahçe Eski Sevgi"yi her gittiğim yere küçük bir kahve kavanozu eşliğinde çantamın içinde gezdirmekten kitapların artık uçları kıvrık kıvrık olmuş, YKY'nin kitap kapaklarının kalınlığına rağmen biri kırmızı, diğeri yeşil renkteki kapaklar kat kat ayrılmaya yüz tutmuştu. Bir fincan koyu kahve eşliğinde bu iki favori yazarımın kitaplarını rasgele bir yerden açıp okumanın verdiği keyfi hiçbir şeyle değişmem. Hala ara ara aklıma bir cümle ya da bir paragraf gelir ve kendimi, içinde bulunduğum ortamın uygunsuzluğuna rağmen, bir bağımlı gibi o paragrafı okuyabilmenin yollarını araştırırken bulurum. Bazen işyerinde alakasız bir günün ortasında, bazen de sokakta hiç beklenmedik bir anda geliverir o paragrafı okuma arzusu. İşteysem internetten araştırırım, bazen bulurum bazen bulamam. Bulamadığım anlarda ilk iş eve gidip o paragrafı okumak olur :)


Şimdi canım Tezer Özlü okumak istiyor. Bugün okumayı çok istediğim o paragrafı bulamadığımdan buraya yazamıyorum ama belki içinizde bulan olur ve yorumlar kısmına onu ekler :) "Eski Bahçe Eski Sevgi"nin Eski Sevgi bölümünde 1980 Yazı A/B (yanılmıyorsam) öykülerinden birinin içinde "Gittiler. Her şeylerini bırakıp gittiler. Bardaktaki çayı..." diye başlayan bölümü okumak istiyorum bugün ama bulamıyorum. Tezer Özlü'den alıntılar yapmak istiyorum bu yazıda sadece.


“Pazar günleri… Şimdilerde… Sokak aralarından geçerken… gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim… evlerin pencere camları buharlaşmışsa… odaların içine asılmış çamaşır görürsem… bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayımlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek………. isterim hep.”


"Yalnız sağlıklı insan aklı ile yaşansaydı, değmezdi yaşamaya can sıkıcı olurdu. Tam aksine güzel olan dünyanın gökyüzü altında bir deliler topluluğunu andırması..."


"...Ama insanın gerçek yeteneğini, tüm yaşamını, kanını, aklını, varoluşunu verdiği iç dünyasının olgularının sizler için hiç bir değeri yok ki. Bırakıyorsun insan onları kendisiyle birlikte gömsün. Ama hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzünüze haykırmak istiyorum. Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. Aranızda dolaşmak için çalışıyorum. İstediğimi çalışmama izin vermediğiniz için. İçgüdülerimi hiçbir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiçbir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz. Yaşamım boyunca içimi kemirtiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. İşyerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım. Şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken hangi otobüs ya da tren istasyonuna, hangi havaalanı ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum."


"Sordukları zaman, bana ne iş yaptığımı, evli olup olmadığımı, kocamın ne iş yaptığını, ana babamın ne olduklarını sordukları zaman, ne gibi koşullarda yaşadığımı, yanıtlarımı nasıl memnunlukla onayladıklarını yüzlerinde okuyorum. Ve hepsine haykırmak istiyorum. Onayladığınız yanıtlar yalnız bir yüzey, benim gerçeğimle bağdaşmayan bir yüzey. Ne düzenli bir iş, ne iyi bir konut, ne sizin "medeni durum" dediğiniz durumsuzluk, ne de başarılı bir birey olmak, ya da sayılmak benim gerçeğim değil. Bu kolay olgulara, siz bu düzeni böylesine saptadığınız için ben de eriştim. Hem de hiç bir çaba harcamadan. Belki de hiç istediğim gibi çalışmadan. İstediğiniz düzene (ayak uydurmak) o denli kolay ki..."

"Bir süre sonra kent yaşamı başlayacak. Tüm işyerleri çalışacak insanlarla dolacak. sürekli çalışan fabrikalarda işçiler vardiya değiştirecek. İstasyonlarda trenler duracak. Trenler kalkacak. Gökyüzünde uçan uçaklar dünyanın belirli havaalanlarına doğru gökyüzünde yol alacak. Gemiler, arabalar, eşyalar yüklenecek. İstasyonlara yorgun yolcular inecek. Uykusuz gece geçirenler yorgun kalkacak. Kimi mutlu, kimi acılı, kimi sevgi ile geçirdiği gecenin aşkı ile uyanacak. Kimi öfke ile. Kimi kendine güne nasıl başlayacağını soracak. Kimi bir intiharı düşünecek. Kimi özlem duyduğu bir kenti. Özlem duyduğu bir insanı. Kimi bugün beklenmedik bir ölümle ölecek. Kimi yalnız dağlar ve tarlalarla tanıdığı dünyasına bakacak. Kimi tanrısına yakaracak. Kimi bir silahla birisini öldürecek. Kimi birilerini öldürmek için bir yerlere bomba atacak. Pankart asacak. Kimi ölümle yargılanacak. Kimi barış konferansına katılmak için bir yolculuğa çıkacak.Bütün ülkelerin ordularının askerleri insan öldürme talimi yapacak. Kimi ülkede bir darbe olacak. Gazeteler basılmıştır. Radyolar sabah programlarına çoktan başlamıştır. Akdeniz’de balıkçılar balık ağlarını çoktan sulardan çekmiştir. Akdeniz’de kadınlar kapılarının önünü çoktan süpürüp sulamıştır. Kamyonlar, arabalar yoldadır. Buzhanelerde bugün gömülmeyi bekleyen cesetler vardır. Sonsuz dünyanın, sonsuz yazlarından bir sabah."


"Daha güzel yaşam diye bir şey yok. Daha güzel yaşamlar ötelerde değil. Daha güzel yaşam başka biçimlerde değil. Güzel yaşam burada. Taksim alanında turşu, pilav, simit, çiçek, kartpostal satan, ayakkabı boyayan siyah kalabalık içinde. Trafik tıkanıklığından yürümeyen arabalar, egzoz kokusu, alana yayılan sidik kokusu, gözlerimiz, duygularımız önünde açılan bu kara kalabalıktan başka yerde, daha başka bir biçimde bir güzel yaşam yok."


''Doğumum bile bir kökünden kopma idi. On yaşıma kadar, çevremi özellikle çevremdeki sessizliği kavramaya çalıştım... Yirmi yaşım ile otuz yaşım arasında aklın bittiği yerleri ve çıldırmanın sınırlarını aradım... Otuz yaşım ile kırk yaşım arasında ne akıllı ne de çılgındım. Dünyayı kavradığımı sandım... Kırk yaşındayım. Bugün, gecenin bazı saatlerinde kitlenin anlamsız gürültüsü içinde boğuluyorum... Kendimi öldürmeye çalışıyorum... Özlemlerim kalmadı. Bıraktım. Hepsini kendi ve benim dünyamı anlamaları için bıraktım... Ve bana ölümsüzlerin sonsuz acıları kaldı.''


"Yaşam, ancak şimdi kavranılması ve anlaşılması gereken; oysa yaşanması, gerçeğine inilmesi ilerideki yıllara atılan bir yabancı öğe gibi önümüze getirilmiş. Coğrafya derslerine getirilen yerküre gibi. Kimse yaşadığımız mevsimin, günlerin ve gecelerin yaşamın kendisi olduğundan söz etmiyor. Her an belirtilen bir öğretiye, bizler hep hazırlanıyoruz. Neye?"


"Tanımadığın sürece her acı dayanılabilir."


"İnsan, ya toplumun akılla bağdaşmayan düzenine girer ya da varolur. Uyum istemiyor, var olmak istiyor."

"Gidiyor. Ben de gidiyorum. Henüz uyum duyacağım hiçbir şeyle karşılaşmadım."

Not: Buldum!

1980 Yazı Güneşi B
"Her şeyi bırakıp gittiler. Eski büyük çalışma masalarını, raflara dizilmiş kitaplarını, otuz yıldır her gün biriken kitapları. Üzerleri tozlu. Karmakarışık. Kimi artık hiç bulunmayacak eski baskıları. Dergileri. Gazeteleri. Kırık radyo ve pikapları. Tek tük ayakkabıları. Bardakları. Oyuncakları. Takılmış, takılmamış, geniş, dar kravatları, mektupları. Tabakları. Geniş servis tabaklarını. Çocukluklarında tuttukları günlüklerini. İlk oynadıkları bebeği. Pipolarını. Şimdi her şey karanlık nemli giriş katı içinde küf tutuyor. Pencere önündeki çiçekler kurudu. Dosyaların durduğu dolap üzerindeki kaktüs yaşamaya devam ediyor. Çekmecelerde kağıtlar, birçok banka cüzdanı, eskiden açılmış ve para sayılmayacak paraların kaldığı banka cüzdanları. Dolu, boş kasetler, mikrofonlar, elektrik, gaz, telefon faturaları. Gittiler. Doyumsuz ışıklarını bıraktılar kentin. Doyumsuz uzun sonbaharlarını. Tedirginlikleriyle gittiler.

Gittiler. Her şeyi bıraktılar. Kitapları. Çocukluk anılarını. Bazı tencerelerde kalmış, iyi temizlenmemiş yemek kalıntılarını, bir kutudaki yarım çayı. Evin nemini. Karanlığını. Hepsini bıraktılar. Korkularını da bıraktılar. Kararsızlıkları. (Yoksa tümüyle birlite mi götürdüler? Bunları giderek taşıyıp büyütüyorlar mı?)"

TEZER ÖZLÜ

1 Temmuz 2009 Çarşamba

Net - Brüt Hesabı


Son yazdığım yazıda, yayınevinin düşürdüğü yüzdeyi kabul etmek istemediğimden önerdikleri kitabı geri çevirdiğimi belirtmiştim. Durum hala değişmedi. Ne yayınevi geri adım attı ne de ben. Dolayısıyla, başka yayınevleri araştırmaya başladım. Bir yayınevi benimle çalışmak konusunda epey ilgili davrandı ve hatta çevirtmek istedikleri kitabı deneme çevirisi bile istemeden hemen önerdi. İstediğim yüzdeyi veremeyeceklerini söyleyince, ortak bir yüzdede anlaştık. Tüm bu görüşmeleri maille yaptığımızdan (malum hafta içi çalışıyorum, işten kolay kolay ayrılamıyorum), bazı konular havada kaldı. Ben de başta konuşulmayan konuların daha sonra sorun yaratacağını bildiğimden, aklıma takılan soruları teker teker yazıp mail attım kendilerine. İyi ki böyle yapmışım, aksi takdirde benim net yüzde olarak düşündüğüm tekliflerinin meğerse brüt olduğunu belki de çeviriye başladıktan sonra gelen sözleşme metninden öğrenecek ve kendime çok kızacaktım.


Pazarlık yazışmaları sonucunda, tüm çevirmenlerine brüt maksimum o kadar yüzdeyi verebildiklerini söylediler ve ben de yine kendi taban yüzdemin altına düşemeyeceğimi bildirdim. Hal böyle olunca yine çevirisiz kaldım :)


Bu konu, aslında benim çeviriye başladığım ilk günden beri çok dikkat ettiğim ve çevremde çeviriye yeni başlayan arkadaşlara da sözleşme yapmadan önce kesinleştirmeleri konusunda tavsiyelerde bulunduğum bir konu. Bazı yayınevleri tekliflerini yaparken net yüzde vermek yerine brüt fiyat veriyorlar ve verdikleri rakamın brüt olduğunu da söylemiyorlar. Sözleşme yapmadan önce sözel olarak anlaşma yapıldığından ve bu sözlerin sözleşmenin büyük ölçüde temelini oluşturduğundan, bu aşamada her şeyin net konuşulup karara bağlanması biz çevirmenlerin lehine olacaktır görüşündeyim. Yoksa gereksiz zaman kaybı ve yanlış anlamalara sebep oluyor. Brüt olsa ne kadar fark eder ki demeyin. Bu yaklaşık %30’luk bir kayba varabiliyor. Net hesapta, çevirmen için ödedikleri stopaj vergisi, KDV (bazen hariç tutulabiliyor), vs gibi masrafları düşüldükten sonra anlaşılan yüzde üzerinden çevirmene ödeme yapılıyor. Ama brüt anlaşılmışsa, o zaman tüm bu masraflar da hesaba katılarak hesaplanan yüzde üzerinden daha sonra bu masrafları düşerek çevirmene ödeme yapıyor. Onları kestiğinde ise çevirmenin net yüzdesi, brüt yüzdeden yaklaşık %1,5 kadar eksik oluyor. Yani brüt %8’e anlaşmışsanız size ödenecek net miktar yaklaşık %6,5’a tekabül ediyor. Sözleşmeyi imzalamadan önce (çünkü bazen yayınevleri sözleşmeleri çevirmene çeviriye başladıktan birkaç ay sonra gönderiyorlar) çok ince hesaplara dayalı olan bu telif işinde her şeyi açık ve net konuşmakta fayda var.


Bu yaz benim için çevirisiz geçecek gibi görünüyor. Ben de yayınevleri makul çeviri yüzdelerine geri dönene kadar dinlenirim bu vesileyle. Bu, bir ömür sürmez umarım :)

12 Haziran 2009 Cuma

Çevirmenlik Nereye Gidiyor?


Yakın bir zamana kadar herhangi bir yayınevinden bir kitap çevirisi alırken hiçbir zaman taban yüzde olarak belirlenen rakamın altını teklif eden bir sözleşmeye imza atmamıştım. Henüz kitap çevirmenliğinde çok tecrübesiz olduğum ilk kitap çevirimde bile oldukça iyi şartlarda bir çeviri yapmıştım. Ancak şu 8-10 sene içerisinde bu iş nasıl ayağa düştüyse, nasıl onur kırıcı bir hal aldıysa artık, bugünlerde o zamanın taban yüzdesini bile veren yayınevi bulmak sevinç kaynağı oluyor.


2 senedir çalışmakta olduğum, Türkiye’nin önde gelen büyük yayınevlerinden biri olan yayıncım bana verdiği son çeviride çevirmen yüzdelerini düşürme kararı aldığını ilan etti. Ancak bu söz konusu yüzde, bizim Çevbir’in belirlediği tip sözleşmenin taban yüzdesinden de düşük. Yani piyasada kitap çevirmenliği yapan bir çevirmenin alması gereken minimum yüzdeden daha düşük. Duyunca ben de ister istemez birçok çevirmen arkadaşım gibi şaşırdım. Elbette bahane olarak kriz piyasasını ve kitap satışlarının düşüşünü gösterdiler. Medyanın neredeyse hakimi konumunda olan dev bir şirketin, krizden daha az zarar görmek için bulduğu çarenin, zaten taban fiyat uyguladıkları çevirmen yüzdesini düşürmek olması herkes gibi beni de düşündürdü ve ister istemez aklımda “Bir yayınevi için çevirmen nedir ki?” sorusu dönmeye başladı. Ne olacak? Elinin kiri!


Yıllardır bir yayınevine ikinci baskıyı görsün görmesin onca kitap çevirmiş olan çevirmenlere ne kadar değer verildiğini gösteriyor bu tablo bana. Bir dayatmayla, “bu yüzdeden çalışırsanız çalışın, yoksa güle güle” deniyor resmen. Zaten yayınevinin kalifiye çevirmen kadrosunun bu kararı duyar duymaz teker teker yayınevinden ayrıldığını da söylemem gerek. Ama yayınevi bunu bir kayıp olarak görüyor mu? Asıl sorulması gereken soru bu. Burada bir yayınevini örnek versem de geneli için bunu söylemek yanlış değil. Çoğu yüzdeyle bile çalışmıyorlar, ya fi tarihinden kalma forma hesabıyla ya da kitabı eline alıp şöyle bir çevirip, sanki pazarda sattığı malmış gibi ona ortalama bir rakam biçerek yaptırıyorlar çevirileri. Bu kitap için sana 2000 lira veririm, kabul mü? Yok abi kurtarmaz, kurtarsa dükkan senin. Hadi 2200 olsun, ama bi kuruş daha çıkamam. Benim de çoluk çocuğum var. Abi, bari ikinci baskıdan bişiler ver. O hayatta olmaz! Tamam abi, canın sağolsun, deyip el sıkışıyorlar sanki. Komediye bakınız.


Kitap çevirmeninin bir eser sahibi olduğunu (yasalar bile bu şekilde belirtiyor), yaptığı çevirinin dilekçe çevirisi olmadığını o nedenle de çeviri bürolarındaki gibi kelime üzerinden ödeme yapma durumunun söz konusu olamayacağını ya anlamıyorlar ya da işlerine gelmiyor. Sonuç olarak, emeğinin karşılığının bu olmadığını düşünen, bu işi gerçek mesleği olarak gören kalifiye çevirmenler kendi meslek alanlarından uzaklaşıp ister istemez başka işlere yönelmeye başlıyorlar. Ortalık da 3-5 kuruşa çeviri yapmaya razı, arkalarından düzeltmenlerin işi kotardığı, alaylı sözde çevirmenlere kalıyor. Bu insanlar sanki karın tokluğuna çalışacaklarmış izlenimi bırakıyorlar bende. Ne zaman dur diyecekler merak ediyorum.


Uzun lafın kısası, elimdeki çeviriyi bitirdikten sonra yayınevinin bana teklif ettiği kitabı kabul etmedim, çünkü düşük yüzdede ısrar ettiler. Benim emeğimin karşılığı bu kadar ucuz değil. Gerekirse istediğim şartları sağlayan bir yayınevi bulana kadar çeviri yapmam ama karın tokluğuna da çalışmam. Benim o paraya ihtiyacım yok. Zaten halihazırda başka bir işim de var ama asıl işim bu benim ve sevdiğim işi yapmamam için yayınevleri önüme her türlü engeli yığıyor. İşte bu gibi durumlarda sesimizi daha fazla çıkarıp, bir araya gelip, haklarını sonuna kadar savunan ve yayınevinin her uygulamasına evet demeyen, hayır demeyi bilen güçlü bir çevirmen topluluğu olabilmemiz için ÇevBir gerekli. Her çevirmen benim yaptığım gibi emeğinin arkasında dursa bu sorun kısa zamanda çözülür ama maalesef önce kendi içimizde birlik olması gerek. Aksi taktirde, her birimiz kendi çapında bir Don Kişot olmaktan öteye geçemeyeceğiz.

5 Haziran 2009 Cuma

Craig Russell ve 'Kriminalhauptkommissar Jan Fabel' Serisi


Ve bir roman çevirisini daha teslim ettim. Kitapları çok iyi satan bir yazarın, tabiri caizse tuğla gibi 450 sayfalık hard cover bir romanıydı. Daha önce de bahsettiğim gibi, genelde çevirmeyi tercih ettiğim polisiye tarzı bir kitap değildi. O nedenle benim için de değişik bir tecrübe oldu. Ama son okumayı yaparken geriye dönüp baktığımda çıkardığım işten memnun kalmıştım, artık bundan sonraki temennim çevirinin redaksiyonda emin ellere düşmesi ve tabiatı fazla değişmeden hayırlısıyla basılması :)


Yaz dönemi çeviri konusunda bir tembellik çöküyor üstüme. Normalde 3 ayda rahat rahat çevireceğim kitabı yaz aylarında 5 ayda sallana sallana çevirdiğimi fark ettim. O nedenle yaz aylarına denk gelen kitapların teslim tarihini uzun tutmaya özen gösteriyorum. Henüz yeni çeviriye başlamadım, birkaç hafta ara verdim kendime. Bu da, ısınan havaların cazibesinden diyelim.


Bu vesileyle ben de uzun zamandır okumak için can attığım kitaplardan oluşan kitap listemi biraz karıştırayım istedim. Polisiye türünde ülkemizde nispeten yeni duyulan yazarlardan biri olan Craig Russell’ın Türkiye’de Renan Akman çevirisiyle yayımlanmış olan ilk kitabı Kanlı Kartal’ı okuyorum. Craig Russell’ı tanıma sürecim tersten başladı diyebilirim. Son kitabını önce okudum ve olay örgüsü yaratma becerisine hayran oldum diyebilirim. Zaten emekli polis olan İskoçyalı yazarın kriminal dedektif Jan Fabel serisini çok sevdiğimi söylemeliyim. Almanya ve Alman dili sempatizanı olan yazarın Alman polisinden aldığı bir onur ödülü de bulunuyor. Fabel serisi çoğunlukla Almanya’da geçiyor ve bazı yerel birimlerin ve kuruluşların isimleri Almanca ifade ediliyor. Hatta bu serinin tüm kitaplarında ‘bey’ ve ‘hanım’ gibi hitap kelimeleri bile ‘herr’ ve ‘frau’ olarak yazılmış. Çeviride de buna sadık kalınmış, yer yer dipnotlarla okuyucuya bilgi verilmiş. İlk etapta bu Almanca kelimeler insanı rahatsız etse de, sonradan insan yavaş yavaş alışıyor denebilir. Almanca’ya hiç ilgim olmadığından, yazarın bu ilginç tercihi öncelikle bana antipatik gelmişti ama sonradan bu kelimelerin romanın atmosferini pekiştirdiğini hissettim. Hatta ilk başlarda neden Türkçe’ye çevrilmiyor diye sorsam da, yazarın bu kelimeleri bilinçli olarak Almanca yazdığını düşünerek, yazarın tercihine saygı duymanın ve o şekilde bırakmanın doğru olduğu görüşüne katıldım.


Russell’ın polislik geçmişinin bu serinin yazılışında fazlaca işe yaradığı kesin. Başkarakter Kriminalhauptkommissar Jan Fabel, serinin ilk kitabı olan Blood Eagle’da (Kanlı Kartal – Doğan Kitap) ayin niteliğinde vahşice seri cinayetler işleyen bir çetenin izini sürüyor. Ukrayna ve Türk mafyası da işin içine karışıyor. Fabel bu cinayetlerin izinden giderken bir yandan da katilden (ya da katillerden) ilginç mesajlar alıyor:


'Time is strange, is it not? I write and you read and we share the same moment. Yet, as I write this, Herr Hauptkommissar, you sleep and my next victim still lives. As you read it, she is already dead. Our dance continues…'


Serinin ikinci kitabı Grimm Brothers’da ise (Kanlı Masallar – DK, çev: Boğaç Erkan), art arda işlenen cinayetlerin aslında Hansel ve Gratel isimli masala gönderme niteliği taşıdığı fark ediliyor.

Serinin 3. kitabı olan Eternal’da (Ölümsüz – DK, çev: Hayrullah Doğan) Jan Fabel, 24 saat arayla öldürülen radikal bir solcu, bir çevreci ve bir genetik uzmanının ardındaki sırrı çözmeye çalışır.


Henüz Türkiye’de yayımlanmamış olan 4. kitap The Carnival Master’da ise iki farklı ‘case’ paralel süregelmektedir. Bir tarafta Fabel ve ekibiyle geçmişten kalan bir hesabı olan Ukrayna mafyasının tehlikeli lideri, diğer bir tarafta ise Köln’deki Karnaval sırasında peşi sıra cinayetler işleyen bir yamyam katil vardır. Her iki olayın da kesişme noktası Hamburg polis teşkilatı cinayet masası olur.


Russell’ın kitaplarını okurken film izler gibi hissediyorum kendimi. Dilinin akıcılığıyla ve son derece zeki kurgusuyla en sevdiğim polisiye yazarlardan biri olmayı başardı. Elbette Russell’ın geçmiş kariyerinin de etkisi büyük bunda. Duyduğuma göre serinin 5. kitabı ‘The Valkyrie Song’ da yakında İngiltere’de çıkacakmış. Merakla bekliyorum, zira serinin 4. kitabı çok heyecanlı bir yerde kalmıştı :)



Keyifli okumalar.

15 Mayıs 2009 Cuma

Aşk mı Para mı?


Bazen hayat karşımıza böyle zor seçimler çıkarır. Bunun sadece ikili ilişkiler konusunda yaşandığını sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Gelin size çeviri alanında bu ikilemin başıma nasıl geldiğini anlatayım.


Tercihimi mümkün olduğunca polisiye ya da fantastik bilimkurgu romanlar çevirmekten yana kullandığımı daha önce de yazmıştım. Bir edebiyat çevirmeninin kitap seçerken ya da çeviriye başlamadan önce ilk dikkat etmesi gereken şeyin, hangi türde yayınları sevdiğini belirlemesi ve o alandaki yapıtları çevirmeye çalışması olduğunu söylemiştim. Elbette benim de sırf para kazanmak için sevmediğim türde çeviriler yaptığım zamanlar oldu. Her ne kadar ilk başta önyargılı yaklaşsam da, bir süre sonra çeviri sürecinde düşüncemin değiştiği kitaplar ve türler de oldu. Ama bunun aksini çok yoğun bir şekilde son çevirimde yaşadığımı itiraf etmeliyim.


Peşi sıra gelen polisiye/gerilim çevirilerimin ardından yine yayınevine aynı türde alacağım kitabın heyecanıyla gittiğimde editör bana tuğla gibi kalın, itici bir hardcover kapağı olan bir roman uzattı. Polisiye olmadığını kitabın kapağındaki manzara resminden hemen anlamıştım. Gözüm kitabın yazarına gitti. O tarz kitap okumasam da, bu ismi bestseller listelerinden çok iyi tanıyordum. Çok iyi satan bir yazardı ama o tarz kitaplar hiç okumazdım ben. Editör boş gözlerle baktığımı görünce, “biraz para kazan istedim” dedi. Açıkçası insan fazla seçici ve idealist olup, hep sevdiği tarzda yayınlar çevirdiği zaman –özellikle de o tarz tutulan bir tür değilse- sonunda geldiği nokta bu olabiliyor :) Dürüst olmak gerekirse, bu kitap sayesinde şu ana kadar çevirdiğim kitapların hepsinden daha fazla kazanma şansım olabilirdi. Hem bir kitap için sevmediğim, daha doğrusu denemediğim, bir türde çeviri yapsam n’olurdu ki? Olsa olsa tarzını bilmediğim bu yazarın üslubuna alışma süreci geçirirdim o kadar, diye düşündüm. Ama hemen kabul etmedim. “Ben bir alayım bu kitabı, evde inceleyim, size kararımı bildiririm” dedim. Herhalde editör onca senelik editörlük yaşamında böyle tok çevirmen görmemiştir :) Diğer çevirmenlerin balıklama atlayacağı, hatta özellikle o yazarın kitaplarını almak için editöre istekte bulundukları bir yazardı bu. Ama benim katı prensiplerim enikonu incelemeden o kitabı kabul etmeme engel oluyordu işte.


Sonuç olarak, kitabı kabul ettim. Söz verdiğim tarihe de yetiştirdim. Ama yeni bir yazarın ve türün farkını zaman zaman yoğun olarak hissettim. Ve çok sıkıldım. Polisiyenin o gerilim dolu, heyecanlı havasını aradım. Beni çeviriyi bırakıp, gece gündüz demeden bitirene kadar kitabı okumaya zorlayan o merak duygusunu aradım. Ama kitabın rutin havasından ne kadar sıkılsam da, iş etiği gereği elimden gelenin en iyisini yaptım, içime sinen bir çeviri teslim ettim. Böylesine uzun bir kitabın son okuması bazen çevirisinden sıkıcı olabiliyor ama insan sanki bir süre sonra, üzerinde aylarca çalıştığı kitaba da alışıyor. Yalnız, beni en çok şaşırtan şey –aslında kendi kitap satışlarını baltalayan çevirmen olmak istemiyorum ama- bu yazarın kitaplarının nasıl bu kadar çok sevilip, yüz binler sattığıydı. Yazarın adını vermek, hatta ima etmek bile istemiyorum, çünkü çok seveni var, kimseyi kırmak istemem. Ama dikkatimi çeken en önemli detay, yazarın önce bir mekana ve bir iki karaktere yoğunlaşıp, sonra onları uzunca bir süre terk etmesi. Bu yoğunlaştığı zamanlarda da herhangi bir heyecandan bahsetmek zor. Mesela, okura yaklaşık 30-40 sayfa boyunca gerçekleşmesi beklenen bir olaydan bahsediyor. O olayın gerçekleşme anı geldiğinde ise okuyucuya en ufak bir detay vermiyor ve oldubittiye getirip chapter’ı bitiriyor. Daha sonra başka bir chapter’da o karakterlerle karşılaştığımızda ise olayın çoktan bitmiş olduğunu anlıyoruz. İnsan ister istemez detayları duymak istiyor ama hevesi kursağında kalıp diğer bölümle devam ediyor. Size burada adını vermediğim bir yazarın eleştirisini yapmak istemiyorum ama bol miktarda tespitim oldu. Tek bir kitapla karar vermemelisin desem de kendime, tarzını az çok anladığımı ve bana hitap etmediğini biliyorum. Ama satış rakamlarını görünce bu sıkıntıya değer diyebilmeyi umuyorum.


Siz olsanız ne yapardınız? Aşkı mı parayı mı seçerdiniz?


Merak etmiyor değilim…


:)

29 Nisan 2009 Çarşamba

Tüyap'ın Bu Yılki Konusu: Çeviri!


Bunu ilk duyduğumda nasıl sevindiğimi anlatamam. Yayınevlerinden ya da okuyuculardan çok fazla beklentim yok zaten, bir şeylerin üç beş günde değişmesini de ummuyorum ama bu, adsız şövalye olan çevirmenlerin sesini duyurmak, sorun ve beklentilerini paylaşmak için iyi bir fırsat diye düşünüyorum.


Elbette başta ÇevBir olmak üzere diğer çeviri dernekleri de bu proje kapsamında planlar yapmaya başladılar. Kitap Çevirmenleri birliği olduğu için bu iş esasen ÇevBir’e hitap ediyor. Ben de bir ÇevBir üyesi olarak bu proje için gönüllü oldum. Standımızda da görev almayı düşünüyorum. Gelirseniz tanışmış oluruz böylece :)


Bu projeden benim beklentilerim neler olabilir?


Öncelikle Türkiye’deki kitap çevirmenlerinin çalışma şartlarının göz önüne serilmesini istiyorum. Kitap çevirisiyle geçinmeye çalışmanın imkansızlığının, bu işi meslek olarak benimsemenin önünde en büyük engel olarak durduğunun anlaşılmasını istiyorum. Çalıntı çevirilerin, kurnazlık yaptığını sanarak çevirmenlere bandrol sayılarını yanlış bildiren ve çevirmenlere ödeme yapmayan yayınevlerinin, kara listelerin açıklanmasını istiyorum – ki bunlar tekrarlanmasın. Yayınevleri editörleriyle çevirmenlerin bir seminerde karşı karşıya getirilmesini istiyorum. Kötü çeviri ve kötü redaksiyonların azaltılması için neler yapılabilir, kim bugüne kadar ne yapmış onları duymak istiyorum. ÇevBir’e daha iyi destek olunması için daha fazla kitap çevirmeninin birliğe üye olmasını istiyorum. Yazarlarla çevirmenlerinin bir araya getirilmesini istiyorum. Çevirmenlerin yayınevlerinden beklentileri ve yayınevlerinin çevirmenden beklentileri tartışılsın istiyorum. Çeviri evi açılsın istiyorum. Okurlarda çevirmen ve kitap çevirmenliği bilincinin uyanması için (bunun ilk adımı, alacağı kitabın çevirmenine bakmasının sağlanması olabilir) çalışmalar yapılmasını istiyorum. Daha çok şey istiyorum. Elbette hepsi birkaç günlük Tüyap’ta olacak iş değil ama bu da bir başlangıç olabilir.


Böyle bir fuardan sizin beklentileriniz neler merak ediyorum. Paylaşırsanız sevinirim.

9 Nisan 2009 Perşembe

The Translation Profession


Çeviri nedir? Çevirmen kime denir? Çevirmenin yetkinlikleri neler olmalıdır? Çeviri eğitimi mi, kişisel beceriler mi?


Çeviri ile ilgili tartışılagelen daha birçok konuya açıklık getiren bir makale. Şu ana kadar okuduklarım içinde tüm bu kavramları ve süreçleri en yalın, en net biçime açıklayan makale diyebilirim. İşte linki:




Ayrıca, http://www.ceviridergisi.net/ sitesinde çeviri ile ilgili daha birçok faydalı makale ve bilgi mevcut.

Paylaşmadan edemedim.

3 Nisan 2009 Cuma

Kültür Başkentiymiş :D



İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti seçilmesi ile ilgili yürütülen projeleri duymuşsunuzdur. Bu projelerden birini de, Tezer Özlü’nün yazar ve çevirmen olan kardeşi Sezer Duru yönetiyordu. Benim de heyecanla beklediğim bir projeydi bu. Söz konusu proje kapsamında, 2010’da İstanbul’da dünyaca tanınmış 16 yazar ağırlanacaktı. Bu yazarlardan kesinleşmiş olanları, Paul Auster, Amin Maalouf, Hans Magnus Enzensberger, Arundhati Roy, Margaret Atwood, Günter Grass, A.S. Byatt, Tahar Ben Jelloun ve Jean-Marie Le Clezio’ydu. Hazırlıklar devam ederken, Sezer Hn bu proje için şirket kurması ve vergi ödemesi gerektiğini öğrenmiş. Bunun üzerine Sezer Duru şöyle bir açıklama yapmış: “Ne KDV öderim, ne vergi öderim. Ben şirket değilim, tüccar değilim. Mal satmıyorum, düşünce ve yaratıcılığa aracılık ediyorum. Burada çok istisnai bir durum var ve bunu onların halletmesi gerekirdi. Kitap, çevirmen, salonlar, konaklamalar hepsini üstüme yıktılar. Prosedürün dışına çıkamadılar.”


Sezer Duru bu işten para kazanmadığını da özellikle vurgulamış. Dolayısıyla, bu proje de iptal edilmiş, onca insanın emeği boşa çıkarılmış. Hem zaten edebiyat bizim neyimize, öyle değil mi? Edebiyat karın doyuruyor mu? Halkın yarısından çoğu açlık sınırının altındayken Rönesans dönemindeki gibi edebiyat, sanat işlerine para harcamak da ne oluyormuş? Halkı okutalım da tepemize mi çıksın, dimi yaa? Boş işler bunlar booş.


İnanın bu sözleri duyar gibi oldum ve bir kez daha bu zihniyetten nefret ettim. Anlaşılan bu gidişle medeni ülkeler seviyesine çıkmak hayal olacak. Sonra da neden bu ülkede beyin göçü oluyor diye konuşurlar. Türkiye’de kitapları on binler satan yazarların bundan haberi bile yok. Book tour’larına Türkiye’yi neden dahil etmiyorlar acaba? Israrla imza günleri için Türkiye’ye de gelmesini, burada da çok okuyucusunun olduğunu söylediğim yazarlar nedense pek bir ilgisizler. Acaba neden? Bir bildikleri var elbet.

2 Nisan 2009 Perşembe

Çeviri süreci: Uzun, İnce, Çetrefilli Bir Yol


Bir kitabın çevrilme sürecinden biraz bahsedeyim istiyorum bu sefer.


Ben bir kitabın çeviri sürecini üç kısma ayırıyorum:


- Çeviri öncesi inceleme
- Çeviri
- Son okuma

Bir kitabı çevirmeye başlamadan önce genelde okunması gerektiği yönünde genel bir kanı vardır. Şayet, çevirmeyi düşündüğünüz kitap daha önce üzerinde çalışmadığınız bir yazarın kitabıysa, okumanın elbette çok faydası olur. Bu okuma size, yazarın üslubu, kitapta kullanılan kelimeler ve anlatım biçimleri, ekstra araştırma gerekecek bölümlerin olup olmadığı, çevirinin yaklaşık olarak ne kadar zaman alacağı gibi konularda fikir verir. Ancak, kitap, tarzını bildiğiniz bir yazara aitse okumadan, kısaca bir göz gezdirerek de bu ipuçlarını elde edebilirsiniz. İlk zamanlarda her çevirdiğim kitabı öncesinde okurdum ama şimdi gerek duymuyorum. Yazar ve kitap hakkında biraz araştırma yapmak, kitabı biraz evirip çevirmek o kitabı çevirip çevirmeyeceğim ya da ne kadar sürede çevireceğim konusunda bana fikir veriyor.


Yeni bir kitabın çevirisine başlayacağım zaman, her kitapta içimi bir heyecan kaplar. Daha doğrusu, kitap seçmeye yayınevine gittiğim zaman yaşadığım hazzı size anlatamam (bu normal bir şey mi, emin değilim :D). Önünüzdeki 3-5 ayı o kitap üzerinde çalışarak, bir anlamda onu yalayıp yutarak geçireceğinizden, bu seçim önemlidir. Rastgele sayfalar açıp okumaya başlarım. Künyesini incelerim, arka kapak okurum, hatta koklarım bile :D Çevirdiğim her bir kitap istisnasız özeldir benim için.


Ve bilgisayarın başına oturup, kitabın ilk sayfası olan kapağını yazdıktan sonra, artık her şey mükemmel bir sistem içinde yürümelidir. Kitabı aylara, haftalara ve günlere bölerim aklımdan. Bir yere yazmasam da o gün kaç sayfa yapmam gerektiğini bilirim. Bazen olmam gereken sayfanın gerisinde kaldığım da olur, kitabı zamanından önce teslim ettiğim de. Ama ben planımı hep en kötü olana göre yaparım. 4 ayda teslime edeceksem, 3 aymış gibi düşünürüm; çünkü her zaman hesapta olmayan işler çıkar. O gün 15 sayfa çevirmem gerekirken 10 sayfa çevirmişsem, sonraki seferde o 5 sayfayı telafi etmeye çalışırım, ama esasen ben çeviri hesabımı haftalık yaparım. Bir sonraki haftaya artık sayfa bırakmamaya çalışırım. Çeviri sırasında içime sinmeyen yerlerin altını çizerim, renklendiririm, onlara çeviriyi tamamen bitirdikten sonra dönüp tekrar bakarım. Emin olamadığım yerlerde yanlış anlamaya mahal vermemek için anadili İngilizce olan arkadaşlarımdan fikir alırım. Kısaltmalar varsa bunları kitabın yazarına danışırım. Dipnot koymaya karar verdiğim yerler için araştırmalar yaparım. Dipnotları mümkün olduğunca kısa tutmaya çalışırım, sadece metnin o bölümünde okuyucunun duraklama yapmadan devam etmesine yetecek kadar bilgi veririm. Aksi taktirde dikkat dağılabilir. Zaten okuyucu isterse detaylı bilgi için kendi de araştırma yapabilir. Açıkçası bu, dipnotun ne tür bir bilgi verdiğine bağlı. Benim tercihim, gereksiz her türlü bilgiden kaçınmaktır.


Ben çeviriye başladığımda, ilk birkaç sayfada dikkatim dağınık oluyor. Yaklaşık ikinci sayfadan sonra deyim yerindeyse depar atıyorum :D Çok iyi bir konsantrasyonla çalıştığım zaman, o çeviriye ara vermeyi ya da durmayı istemiyorum bile. Son derece keyifli geçiyor o kelimeler arasında kaybolma süreci benim için. Bazen beni duraklatan yerler oluyor, o zaman konsantrasyonumu bozmamak adına onları not alıp yola devam ediyorum ama bazen de içten içe inatlaşıyorum karşılıklarını bulmak için. Tabii bu da zaman kaybına neden oluyor, ama eğer bu inatlaşma sonunda aradığım ifadeyi bulursam, kazandığım zaferle yola devam etmek çok daha keyifli oluyor :D


Çevirinin tamamı bitince, renklendirip altını çizdiğim kısımları da netleştirdikten sonra, son okuma süreci başlıyor. En fazla dikkat gerektiren kısım bu kısım bana göre. Bazı çevirmen arkadaşların, çevirilerini bitirdikten sonra başka kişilere okuttuklarını duyuyorum. 2. kişinin gözünden okunmasının faydaları var elbette ama ben bunu tercih etmiyorum. Her çevirimi bitirdikten sonra baştan sona bir okuyucu gibi okurum. Bunu yaparken mümkün olduğunca çevirmen gözüyle okumamaya gayret gösteriyorum ama bunu yapmak gerçekten çok zor. Kitabın basıldığını ve benim de o kitabı ilk kez okuyacak olan bir okuyucu olduğumu düşünüyorum. Kitabı çevirirken yaptığım ‘typing’ hatalarını, kulak tırmalayan yerleri belirleyip düzeltiyorum; cümle dizimlerini değiştiriyorum; noktalamalarda gözümden kaçan yerlere müdahale ediyorum. Ne kadar dikkat edersem edeyim mutlaka gözümden kaçan şeyler oluyor –işte redaktörler bunun için var. Hatta bazen okurken, “ben buraya neden böyle demişim ki?” bile diyorum.


Son okuma da bittikten sonra çevirimi yayınevine teslim ediyorum. Bir daha da yüzünü görmüyorum maalesef. Basılana kadar geçen süre ise, bir redaktör tarafından bilinçsiz müdahalelere kurban gitmemesi için tırnak kemirmekle geçiyor :D


Bol kitaplı günler diliyorum.

27 Mart 2009 Cuma

Özensiz Çeviri Sağlıksız Okuyucu Doğuruyor

Geçenlerde rastladığım bir yazıyı size aynen aktarıyorum. Mehmet Ördekçi tarafından kaleme alınmış:
Ülkemizde kitap okuyanların sayısının istenenden az olmasında birden fazla etken rol oynuyor kuşkusuz. Çeviri sorununun bu etkenler içinde önemli yer tuttuğu inancındayım.

Genel anlamdaki çeviriden söz etmiyorum; kitapların dilden dile aktarılmasına karşı olduğum yok. Sözünü edeceğim, ülkemizdeki çeviri. "Kültür çevirmenliği"nin bir türlü kurumsallaşamadığı, meslek halini alamadığı bir ülkede yaşıyoruz.

Ülkemizde çok az sayıda gerçek çevirmen vardır. Ama kitap çeviren, çevirmiş binlerce kişi bulabilirsiniz. Çevirmenlik (yazılı kültür ürünlerinin çevrilmesi anlamında) meslek halini alamadığı için, bir öğrenci, bir öğretmen, bir doktor, bir mühendis… yabancı bir dil biliyorsa oturup kitap çevirebilir. Bu kitaplar dizilir, basılır, ciltlenir, dağıtılır, satılır ve masamıza gelir. Öyle uç örnekler vardır ki, önünüzdeki kâğıt destesinde basılı çevirinin nasıl olup da onca aşamayı geçebildiğini, hangi yüzle size ulaştırıldığını anlamakta zorluk çekersiniz. Ben birçok çeviri kitabı yarısına gelmeden pes edip bırakmışımdır; çok kitabı saçımı başımı yolarak okumuşumdur; çok kitabın sayfa kenarlarını ünlem ve soru işaretleriyle doldurmuşumdur. Bir amatör olarak, kötü çevirinin nedenleri üzerine birkaç söz söylemek istiyorum.

Türkiye'de çeviriler genellikle çevirmenler tarafından yapılmaz. Öyle zannedilir, çünkü her dil bilen çevirmen kabul edilir. Oysa dil bilmek ayrı, kitap çevirmek ayrıdır. Yabancı bir dili o dilde kitap okuyabilecek kadar bilen biri, okuduğunu kendi diline çevirerek kavramaz; doğrudan okuduğu dilde düşünerek kavrar. İngilizce biliyorsanız, İngilizce bir romanı -diyelim- üç günde okursunuz, ama onu Türkçeye çevirmek üç ayınızı alabilir. Çevirmenin okuduğunu anlaması elbette önemlidir, ama onu çevirmen yapan bu değildir. Onun görevi okuduğum bir başka dile aktarmaktır.

Fransa'da geçirdiği başarılı bir öğrenim yaşamının ardından, elinde yüksek lisans diplomasıyla memlekete dönen birinin Fransızca bilgisinden kuşku duymamak gerekir. Ama salt bu yüzden onun çok iyi çeviri yapabileceği sonucuna varılamaz. Çünkü çeviri eylemi yalnızca kaynak ya da hedef dili değil, her ikisini de çok iyi bilmeyi gerektirir. Fransa'da öğrenim görmek için ise Fransızca bilmek yeter.

Çeviri yapacak kişi çevirmen olmalıdır. Hem kaynak dile hem hedef dile hâkim olmalıdır.

Ancak bu da yetmez. Çevirmenin konunun/alanın temel bilgi ve kavramlarına da vakıf olması gerekir. Mesleği dışındaki alanlara hiç ilgi duymayan ya da yalnızca ilgi duyan bir hekimin –örneğin- siyaset bilimi konusunda bir kitap çevirdiğini düşünün. Her bilimin, her alanın kendine özgü kavramları vardır. Günlük yaşamda eşanlamlı kullanılan, öyle zannedilen iki kavram arasındaki nüans, bir bilim alanında yıllar süren tartışmaların odağı olabilir. O konuya/alana yabancı biri bunu bilmez.

Çevirmenlik, kültürel birikimi de öngerektirir. Çeviri bir anlamda çevrilen metni yeniden yaratmaktır, özellikle çevrilen bir edebiyat metni, hele şiirse! Ama çevrilen bir şiir olmasa da, metni yeniden yaratıyor olmanın belirli bir genel kültür düzeyini gerektirdiği açıktır.

Yoksa ne olur? Yakın zamanda okuduğum bir kitaptan bir örnek vereceğim. Bu bir ekonomi kitabı ve birkaç yüzyıl öncesinin Amerika'sından sık sık söz ediyor. Ve ikide bir Amerika'daki Hintlilerin sözü geçiyor. Amerika'nın tarihinde Hintliler niye bu kadar önemli diye düşünüyorsunuz. Ama çevirmen, yayıncı, düzeltmen vs. düşünmüyor olmalılar ki kitap çıkıyor ve yıllardır yeni baskıları yapılıyor. Hintlileri Amerika’ya çevirmen götürüyor! Bilindiği gibi Kolomb Amerika'yı keşfetmek için değil, Hindistan'a yeni bir yol bulmak için denize açılmış. "Batıya, daima batıya" gittiğinde Hindistan'a varacağına inanıyor. Yanlış bir inanç değil bu. Ama arada bir kıta olabileceği hesapta yok. Amerika'ya vardığında "İşte Hindistan!" diyor. Orada karşısına çıkan yerlilerin, yani Kızılderililerin de Hintli olması gerekiyor. Daha sonra varılan yerin yeni bir kıta olduğu anlaşılsa da, Kızılderililer “Hintli” olarak dile yerleşip kalıyor ve bugüne dek geliyor. Çeviriyi yapan bunu düşünmüyor ve her "Indian" gördüğü yerde Hintli görüyor, öyle çeviriyor. Demek ki 300 yıl önce Amerika'da Hintlilerin bu kadar çok olabileceklerine de aklı yatıyor.

Çeviri hamallıktır. Bir çeşit entellektüel zanaatkârlıktır. Yazarın yanında genellikle adınız bile anılmaz, ama siz sözcüklerle bazen yazar kadar boğuşursunuz. Nankör bir ürünü ince ince işlemek gibidir çeviri. Kısacası hem sevgi, hem sabır işidir. Bir gün on sayfa çevirirsiniz, ama ondan sonraki üç gün bir tek cümleyle uğraşıp uğraşmayacağmızın hiçbir garantisi yoktur.

Bizdeki o sayıları binleri bulan "çevirmen olmayan çevirmen”lerde çoğunlukla ne sabır ne de sevgi bulunur. Sabır yoktur; hiçbir cümle için üç gün uğraşmamışlardır. Yaptıkları işe, çeviriye sevgi yoktur; "boş ver, bu da böyle olsun" deyip o cümleyi yanlış çevirmekten çekinmezler, hatta o cümleyi metinden çıkarıp attıkları da çok olur.

Son olarak: Bütün iş çevirmenlerde ya da çeviri yapanlarda bitmez, ortada bir günah varsa, yayıncılar da buna ortaktır. "Küçük" yayınevlerine düşman bir tekelci kafaya sahip olmadığım için, "şu kadar danışmanı istihdam edemeyen, yayınevi kurmasın" anlamına gelen sözler etmeyeceğim. Bir tek kişinin çekip çevirdiği bir yayınevi faaliyetinde bile, berbat bir çeviriyi o kişinin fark etmesi çok zor değil ki. Kanımca fark ediliyor da başka kaygılar daha önde oluyor.

Çeviriyi yapan iyi bir çevirmen bile olsa, çeviri, çevirenin dışında birileri tarafından en azından edebi süzgeçten geçirilmelidir. Çünkü uğraşanlar bilir, insan bir metnin noktası virgülü, öznesi bağlacıyla haftalarca uğraşınca, daktilosundaki kâğıtta/bilgisayarının ekranında beliren metin hakkında sağlıklı yargılarda bulunabilmesi çok zor oluyor.

Yayıncılar çeviriyi aceleye getirmemeli. Bir haftada, on günde çevrilen kitaplar var. Bu çeviriden ne beklenir? Biraz ilgilisi alelacele yapılmış çevirileri daha ilk bakışta anlayabiliyor.

Okuma alışkanlığının yaygın olmayışı ile insanı okuduğuna okuyacağına pişman eden çeviriler arasında ilişki yoktur belki. Ama ben böyle giderse en azından çeviri kitapları okumayı bırakacağımı sanıyorum…
Not: Bugün kendisi de bir çevirmen ve çeviri editörü olan Mehmet Ördekçi'nin 1995 yılında Ankara Merkez Kapalı Cezaevi'nde yatarken yazdığı ve Kitap Gazetesi dergisinin Mayıs 1995 sayısında yayınlanan yazısı. Başlık dergi tarafından konmuş...

25 Mart 2009 Çarşamba

Seni mi eleştirsem, yoksa onu mu?

Sekiz senedir kitap çevirmenliği yapıyorum. Yurtdışında yaşadığım zamanlar ve eşzamanlı yürüttüğüm diğer işlerimin yoğunlaştığı dönemler haricinde kitap çevirmenliği hayatımın son sekiz yılında hep yer aldı ve birkaç yıl önce verdiğim bir kararla da hayatımın geri kalanında sadece bu işi yapmaktan keyif alacağımı anlayıp, sadece bu işi yapmaya karar verdim. Daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi, bu mesleğin şartları maalesef ikinci bir işi zorunlu kıldığından, tüm zamanımı bu işe ayıramazsam da kitap çevirmek için bir şekilde mutlaka zaman yaratıyorum. Elimden geldiğince edebiyat çevirmenliği alanında çıkan dergileri, medyadaki yazıları, okuyucu yorumlarını, seminerleri, toplantıları vs de kaçırmamaya gayret ediyorum. Bu işe bu kadar gönül vermişliğime ve 20 civarında kitap çevirmişliğime (artık saymıyorum, geçmiş de olabilir) rağmen, bir edebiyat çevirisi hakkında yorum ya da eleştiri yapacağım zaman, bir şey demeden önce kırk kez düşünüyorum. Son derece eleştirel bir yapım olmasına ve sözümü asla sakınmamama rağmen, bir çevirmenin özenli ya da özensiz yaptığı işi eleştireceğim zaman otokontrol mekanizmam devreye giriyor. Sanırım bunun altında, o işin her aşamasını geçmiş ve nasıl bir dikkat ve emek harcayarak yapılması gereken, sabır gerektiren bir iş olduğunu bilen biri olmam yatıyor. Neredeyse her çevirmenin, yeni çıkan çevirisine yeni doğan bir bebek gibi yaklaştığını bildiğimden sanırım. Her hatada olduğu gibi, her başarının da çevirmene yontulmayacağını biliyor olmamdan sanırım. Ama bu elbette bir yanlış varsa söylenmeyeceği anlamına gelmiyor. Zaten genelde çevirmenler, diğer edebiyat çevirmenlerinden aldıkları eleştirilere gücenmiyorlar gözlemlediğim kadarıyla; aksine, o eleştiriler daha iyisi için bir geribildirim sağlıyor meslektaşına. Çevirmenleri çoğunlukla rahatsız eden okuyucu yorumları oluyor genelde.


Her yerde az çok böyledir ama benim ülkemde nedense herkes her işin ehli görür kendini. Öyle ki, bilip bilmeden her konuda ahkam kesmeye bayılır. Az çok dil bilen her kişi çevirmenlik yapmayı hak görür kendine, hayatında tek cümle çevirmemiş insanlarsa çeviri eleştirmeni kesilir adeta. Şimdi herkes bunun üzerine kendini sorgulayıp, bu davranışlarına haklı bir yorum getirebilir. Elbette okuyucu okuduğu kitap hakkında yorum yapacaktır; bazı yerinde yapılmış yorumlar çevirmene de yazara da birçok şey katabilir ama bir kitaba para ödeyip onu okumuş olmak, o kitap üzerinde aylarca çalışmış kişileri haklı ya da haksız yerme hakkını vermiyor kimseye. En azından bir eleştiri yapılacaksa önce soruna kimin neden olduğunu bilmek gerekir diye düşünüyorum. Son zamanlarda diğer bloglarda ve bazı kitap forumlarında sıkça rastladığım, muhtelif çeviriler üzerine yazılmış acımasızca yorumlar beni bu yazıyı yazmaya itti. Bir anda eleştirilen sanki benim çevirimmişçesine meslektaşımın yerine koydum kendimi. Bahsedilen sözde hatalardan kendisinin haberi bile olmayabilir esasında. Yayıncılık piyasası öyle serbest ve başıboş işleyen bir piyasa halini aldı ki, bir kitap piyasaya çıktığında kimin o kitabın neresinden tuttuğunu, ne gibi müdahaleler yaptığını bilmek her geçen gün zorlaşıyor. Üzerinde çevirmenin adı olması nedeniyle, çeviride, imlada, noktalamada, hatta harf eksikliklerinde bile ilk hedefimiz çevirmen oluyor. Çevirmenin de hataları olacaktır elbet, nihayetinde çeviri bir insan işidir, makine değil ama bu konuda bir eleştiri yapılacaksa en azından muhatabınızın bilinmesi gerekir diye düşünüyorum. Kullanılan dile dikkat edilmeli diye düşünüyorum. O kitabı okumanızı sağlayan yazara, çevirmene, redaktöre, editöre ve yayınevine biraz daha saygılı bir üslupla hitap edilebilir diyorum. Cin olmadan adam çarpmaya kalkmasak diyorum.


Ben olsam ne yapardım? Beni çok rahatsız eden bir çeviriyle karşı karşıyaysam ve bu kitabın orijinaliyle çevirisini karşılaştırıp fikir yürütme şansım yoksa, her halükarda çevirmene hitaben bir eleştiri yapmaktan çok, yayınevine hitaben yapardım eleştirimi. Sonuçta o ekibi seçen, bu insanlara iş veren ve o işleri hakkıyla kontrol ettirmeyen yine yayınevi. Ayrıca o çevirinin çevirmenin yaptığı orijinal çeviri olduğunu ve o şekilde yayımlanıp yayımlanmadığını da bilmiyorum. Normalde övgüler yağdırabileceğim bir çevirinin de aslında düzeltmenin eseri olup olmadığını da bilmiyorum. Bildiğim şeyse, birçok kalifiye çevirmen arkadaşımın çevirilerini teslim ettikten sonra çevirileri kötü redaksiyona maruz kalacak da değişecek diye sabah akşam tırnak kemirdikleri. Bunu ben de az yapmadım. Dolayısıyla, böyle kompleks ve belirsiz bir yapıda bir görüş bildireceksem, konudan belki de bihaber olan bir kişiye suçlamalar yağdırıp, zaten tutunacak bir yeri olmayan şu meslekten soğutmak yerine, o kitaptaki her şeyin birebir muhatabı olan yayınevine bir mail atmayı yeğlerim. Bu eleştirimi yaparken de, sadece bir okuyucu olduğumun, ne çevirmenin ne de redaktörün işini yargılayacak mekanizmaya sahip olmadığımın bilincinde olurum. Burada eleştirilen şey, kişi değil, yapılan iş olmalı. Sonuçta eleştirdiğiniz kısım kimin işi, bunu onlar bilir. Kötü çevirmen eleştiriyle ne kadar düzelir bilinmez ama o eleştiri işine önem veren bir yayınevinin eline geçerse, o çeviri de büyük ihtimalle düzelir diye düşünüyorum.


İyi okumalar dileğiyle.

20 Mart 2009 Cuma

Çeviremediklerimizden misiniz?



İlginç bir başlık oldu, değil mi? :) Geçenlerde bir arkadaşımın sorduğu soru üzerine bu konu hakkında düşünmeye başladım ve sonuçta bununla ilgili bir şeyler yazayım dedim. Soru şuydu: “Hangi Türkçe kitabı yabancı dile çevirmek isterdin?”


Öyle hemencecik cevap verebileceğim bir soru değildi ama ister istemez bir liste oluştu kafamda. Sonra da aynı hızda, bu kitapların bir başka dile çevrildiğinde aynı etkiyi kesinlikle bırakmayacağı düşüncesi belirdi. Her eser, yazılmış olan her kitap eşsizdir elbette ama bazıları, dil yapısıyla, içeriğiyle, ironisiyle tam anlamıyla “unique” denilebilecek cinstendir.


Benim için Oğuz Atay’ın ‘Tutunamayanlar’ da öyledir ve çeviremediklerimiz listemde başköşede yer alır. Çevirememek derken, elbette bir başka dilde o cümleleri bire bir ifade etmeyi kastetmiyorum. Bu pekala yapılabilir ama aynı etkiyi verir mi? Oğuzcuğum Atay’ın en umutsuz anlarında alayla karışık bir “bat dünya bat!” patlatışını başka bir dildeki herhangi bir söz öbeğinin karşılamasına imkan var mı? Peki, Turgut Özben’in Selim’e dediği, “Sen söyle Selim, sen söyleyince beylik olmaz,” cümlesine ne demeli? “You tell me, Selim, otherwise it is a cliché” mi demeli, yoksa daha birebir bir çeviriyle , “You tell me, Selim, it won’t be a cliché when you say,” mi? Ne dersek diyelim, o içtenliği, o vurguyu, o güveni yaratamıyor benim gözümde. Oğuz Atay hayattayken Sevin Seydi’nin Tutunamayanlar’ı İngilizceye çevirdiğini okumuştum ama metni hiçbir zaman yayımlatmamış. Bence çok da doğru bir karar, çevirisi ne kadar iyi olursa olsun ‘unique’ eserler öyle kalmalı.


Listemdeki bir diğer kitap da Tezer Özlü’nün “Yaşamın Ucuna Yolculuk”. Tutunamayanlar’a göre bir parça daha umutlu ama yine hayır, o bir başınalığı, o karamsarlığı, o duygu yoğunluğunu başka kelimelerle yorumlamaya çalışmayı istemezdim. Bırakırdım olduğu gibi kalsın, çünkü aynı duyguları hissettirmeyecekse o kitabı çevirmemek bir kayıp değil bana göre. Aynı şey “Eski Bahçe Eski Sevgi” içindeki kısa öyküler için de geçerli. “Stein Alanındaki Postanede” öyküsünde anlatıcının yaşadığı o sıkıntıyı, bu sıkıntıyı anlatmak için kullandığı ifadeleri başka bir dilde aynı duygu yüküyle yansıtmak ne kadar mümkün? Postanede tanıştığı zenci adam ona doğum gününü sorduğunda, Tezer Özlü’nün aklından geçen “Allah’ın belası bir günde herkesin bir doğum günü vardır,” cümlesindeki isyanı nasıl yansıtacağız? Açıkçası bu ifadelerin hepsine birçok alternatif çeviri üretilebilir ama hiçbiri bu cümlenin bana hissettirdiklerini hissettirmeyecek. Sanırım bu da anadilin güzelliği oluyor :)


Ancak, böyle bir konuda bahsederken, şairliğinin yanı sıra bir çeviri/yorumlama ustası olan Can Yücel’in çevirilerinden söz etmeden geçemeyeceğim. Birçok çevirmen ve eleştirmen tarafından Can Yücel’in şiir çevirileri çeviri midir/değil midir diye eleştiriledursun, bana göre kendisi bu alanda üstattır. İngilizceden şiir çevirilerini okuduğumda, çoğu zaman bunun bir çeviri olduğunu unutuyorum. Zaten kendisi de ne güzel ifade etmiş, “Ben çeviri yapmam, Türkçe yazarım,” diye. Bana göre bu bir başarıdır. Orijinaline %100 sadık kalarak şiir çevirmenin ne kadar doğru olduğu da başka bir tartışma konusu. İşte bu noktada Can Yücel, benim ‘çeviremediklerimiz’ listemdeki kitaplar için –illa çevrilecekse- uygulanması gereken tek doğru yöntemi uyguluyor ve onu okuyucunun anlayacağı, kendi özgün kullanımıyla yazıyor. Anlatmak yerine bir örnek vereyim:


SONNET LXVI

Tired with all these, for restful death I cry,
As to behold desert a beggar born,
And needy nothing trimm'd in jollity,
And purest faith unhappily forsworn,
And gilded honour shamefully misplac'd,
And maiden virtue rudely strumpeted,
And right perfection wrongfully disgrac'd,
And strength by limping sway disabled
And art made tongue-tied by authority,
And folly--doctor-like--controlling skill,
And simple truth miscall'd simplicity,
And captive good attending captain ill:
Tir'd with all these, from these would I be gone,
Save that, to die, I leave my love alone.

William Shakespeare

66. SONE

Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,
Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
O kızoğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,
Ezilmiş, hor görülmüş el emeği, göz nuru,
Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen' e
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
Seni yalnız komak var ya, o koyuyor adama.

(Çeviren: Can Yücel)

11 Mart 2009 Çarşamba

Neden Polisiye?



Son zamanlarda bu soruyu yakın çevremden sık sık duyar oldum. Tamam, iyi, güzel, ama neden polisiye?


Bir okuyucu olarak nasıl okuyacağımız kitapları titizlikle eleyip seçiyorsak, bir çevirmenin de çevireceği kitapları aynı titizlikle, hatta daha da özenle eleyip seçmesi gerekir diye düşünüyorum. Belirli bir tecrübeden sonra belki her kitabı “kolay ya da zor” çevirecek duruma gelebilir insan ama yine de kişi aylarını verip üzerinde çalışacağı kitabı iyi seçmeli bana göre.

Edebiyat çevirilerinde bu konunun biraz göz ardı edildiğini düşünüyorum şahsen. Yayınevinden kitap alayım da ne olursa olsun mantığı aslında ilk etapta kişinin avantajına gibi görünse de, bu seçimsizlik daha sonra çevirmenin aleyhine dönebilir. Her işte olduğu gibi bu işi de severek yapmanın ürüne katkısı büyüktür. Çevirmenin sevmediği bir türde çeviri yapması zamanla o metne olan ilgisizliğini arttıracak, çeviri süreci içinden çıkılmaz bir hal alacaktır. O nedenle, kitap çevirisine yeni başlayan arkadaşlara öncelikle seçici olmaya gayret etmelerini, okumaktan keyif aldıkları türlerde kitapları çevirmelerini ve bu kitapları yayımlayan yayınevlerini tercih etmelerini tavsiye ediyorum. Normalde bir kitap çevirisine başlanacağı zaman yayınevi elinde çevrilmeyi bekleyen kitapları çevirmene gösterir ve kısaca bir inceledikten sonra seçim yapmasını ister. Tarzınızın dışında olanları orada elemenizi öneririm. Diğerlerini ise yazarın dili, metnin yoğunluğu, herhangi bir ekstra zaman alacak özelliklerin (araştırma gibi) olup olmadığını vs incelemek için bir süreliğine alıp incelemeniz lehinize olacaktır. Ondan sonra bir kitapta karar kılıp çeviriye başlanmalıdır. En azından ben böyle yapıyorum. Ama bazen, yıllardır çalıştığınız yayınevinin editörü ya da yayın yönetmeni sizi ve sevdiğiniz tarzı bildiğinden diğer kitapları otomatik olarak eler ve size çevirmek isteyeceğiniz tarzda bir kitabı seçip verir. Ben bu konuda yayın yönetmenime çok güveniyorum, çünkü bugüne kadar benim için seçtiği kitapları severe çevirdim ve hiç pişman olmadım.


Polisiyeye gelirsek, diğer türlere kıyasla polisiye kitaplardaki heyecan hep maksimumda oluyor (fantastik bilimkurgu da bu konuda polisiyeden sonra gelebilir). Öncelikle bu nedenle bu türü seçiyorum. Hiç bilmediğim bir yazarın kitabının çevirisine başlarken ise kitabı önce okumak faydalı olabiliyor. Ancak, bazen bildiğim bir yazarın kitabını çeviriden önce kısmen inceliyorum ve bu çevirmem için yeterli oluyor. Böyle sevdiğim yazarlardan birkaçının kitaplarını çevirirken komik tecrübeler de yaşamıyor değilim. Özellikle o kitabı sonuna kadar okumuyorum, çevirirken daha bir heyecanla ve merakla çevireyim diye. Ancak her seferinde daha kitabın yarısına gelmeden beni bir merak, bir heyecan alıyor ve ben yine kendimi çeviriyi bırakmış, kitabı deli gibi okurken buluyorum :D Ve tabii ki kitap bitene kadar okunuyor tek solukta. Sonra rahat rahat çevirime devam ediyorum. Elbette bu şekilde çalıştığınız bir kitapla, ilgisiz olduğunuz bir kitabın çevirisi arasında çokça fark olacaktır.


Aynı şey yazarlar için de geçerli. Üslubuna, dili kullanımına, kelime dağarcığına aşina olduğunuz bir yazarın çevirisini her zaman daha kolay ve rahat yaparsınız. Hele bir de okuyucu olarak bu yazarın takipçisiyseniz ne keyifli bir çeviri olur o. Çoğu yazar kitaplarının çeviri sürecinde çevirmenlerle diyalog halinde olmaktan, onlara yardımcı olmaktan mutluluk duyar. O nedenle, çevirdiğiniz kitabın yazarıyla ya da ajansıyla rahatlıkla temasa geçebilirsiniz. Genelde edebiyat çevirilerinde kısaltmalarla ve bazı açıklama isteyen özel isimlerle karşılaşıyoruz. Ben bu gibi durumlarda genel bir araştırma yaptıktan sonra, yanlış bilgilendirme yapmamak için yazara soruyorum ve bugüne kadar taleplerimi geri çeviren bir yazar olmadı. Hepsi, doğal olarak, kitaplarında vermek istedikleri mesajın doğru bir şekilde okuyucuya ulaşmasını istiyor.


Keyifli okumalar dileğiyle…

6 Mart 2009 Cuma

Edebiyat Çevirmenliği: Bir Gönül İşi


Kitap okuma düzeyinin çok düşük olduğu, okuyanların da çoğunlukla yayınevlerinin ‘bestseller’ diye tabir edip öne sürdüğü kitapları almaya meyilli olduğu bir çevrede, ekmeğini edebiyattan kazanmaya çalışanların eline ekmek yerine kırıntı geçmesi elbette kaçınılmazdır.

Birçok kişinin sıkıcı olarak tasvir ettiği kitap çevirmenliği işi gerçekten de zor iştir. Her şeyden önce, çevirmek için çok okuyacak, sürekli devinim geçiren her iki dilin de gerisinde kalmayacaksın. Bu işin bir ofis ortamında yapılmadığını, evde tek başına çalışmak gerektiğini ve bunun sonucunun da kısmi bir anti-sosyallik olduğunu unutmayacaksın. Tüm gün masa başında oturmaktan ağrıyan sırt, ekrana bakmaktan kızaran gözler de cabası. Haa hareketsizliğin sonucunda alınan kiloları da unutmamak gerek.

Çevirmen beyin işçisidir. Sağlam ve dinç bir kafaya sahip olacak ki verimli çalışabilsin. Sabahtan akşama birkaç sayfayı çevirmek için kafa yorarken dört duvar arasında saatin nasıl geçtiğini anlamayacaktır bile. Dolayısıyla bu durumun birçok fiziksel yansıması olacaktır uzun vadede. Ancak tüm bu rahatsızlıklara, meslek hastalıklarına tutulmasına karşın, bu mesleğin ona sağladığı bir sosyal sigorta imkanı bile yoktur. Hasta olduğunda her kuruşunu cebinden karşılamak zorundadır. Çünkü evde çalışmaktadır, yaptığı iş de işten sayılmaz güya! Bunlar yetmezmiş gibi, düzenli maaşı olmadığından düzenli ödemelerini de karşılayamaz. Bu nedenle birçok çevirmen gönül verdiği bu işin yanı sıra (sadece bu işe gönül verenleri kastediyorum), başka işlerde de çalışmak zorunda kalır. Hatta bu durum öyle bir hal alır ki, hafta içi 5 gün sevmediği bir işte çalışıp, esas yapmayı istediği iş olan kitap çevirmenliğini hafta içi akşam arta kalan zamanlarda ya da hafta sonu kendisine, ailesine ayıracağı zamanından kısıp yapar. Böylece asıl işi olması gereken çevirmenlik birden ek iş halini alıverir. Belirli bir yaşa gelmiş, belli bir birikim yapmış, hatta emekli olup devletten maaş alan kişilerin çeviri yapmaları daha keyifli bir uğraş olabilir. Ancak kitap çevirmelerinin çoğunun daha genç kesim olduğu ve geçimini üstlenmesi gereken başka kişilerin de bulunduğu göz önünde bulunduğunda, düzenli gelir ve sosyal imkanlar için başka işler yapmak kaçınılmaz olur.

Sadece kitap çevirisiyle geçineceğim, diyen Don Kişot’ların bu işten kazanacağı para ise sıradan bir işçinin maaşını ya geçer ya geçmez. İsterseniz hesaplayalım. Olması gerektiği gibi telifle çalıştığını düşünelim. Bir kitabın normalde ilk baskısı 2000 adet olur ama bu genelde büyük yayınevleri için geçerlidir. Çoğu kitapevi ilk baskıyı 1000 adet yapar. 250 sayfalık ortalama bir kitabın piyasaya çıkış fiyatına 14 TL desek (%7 KDV’yi de düşelim), çevirmenin normal şartlarda alması gereken yüzdesinin de 7 olduğunu düşünürsek 1000x13= 13,000 bunun yüzde 7’si de 910 TL’dir. Ben yine iyimser davranıp yüzdeyi 7’den hesapladım. İlk baskısı 2000’den basılıp yüzde 7 telif alan bir çevirmen böyle iyi şartlarda bile 1,800 TL anca kazanabiliyor. Oysa ki birçok yayınevi bunun çok altında ödeme yapıyor. Artık büyük yayınevlerinin bile yaşanan mali kriz nedeniyle çevirmen yüzdelerini aşağıya çekmeye çalıştıkları biliniyor. Ayrıca bu para öyle her ay maaş gibi alınmıyor, yanlış anlaşılmasın. 250 sayfalık bir kitabı özenle 3 ayda çevirdiğini ele alırsak, bu kitabın tahmini piyasaya çıkış fiyatının çarpımıyla bulunan toplam alacağın yarısı, çevirinin teslim edilmesinden sonraki 1 ay içinde (yani 4 ay sonra), ücretin kalanı da kitap piyasaya çıktıktan sonraki 1 ay içinde (yani yaklaşık 4-5 ay sonra) ödenebiliyor. Çoğu yayınevleri ise bu rakamı 3 taksitle ödüyor. Durum berbattan da berbat.

Dolayısıyla bu işte akıntıya ısrarla kürek çekmeye çalışanlar için bu gönül işi değil de nedir?

Çevirmeni bu karşılığını çok az aldığı işi yapmaya iten nedir?

İlk başta bir kitapsever oluşudur. Kitapsız bir hayat düşünemiyordur muhtemelen. Hatta kütüphanesi iki iş arasında koşmaktan okumaya fırsat bulamadığı kitaplarla doludur ama o, bir gün sadece sevdiği işi yaparak o kitapları tek tek okuyacağı günün hayalini kuruyordur.

Kelimelerle bir kedinin bir yumakla oynayışı gibi oynamayı seviyordur örneğin. Onları evirip çevirmeyi, devirip düzeltmeyi ya da yazıp silmeyi… Belki de bir kelimenin ya da cümlenin karşılığını bulana kadar gittiği her yerde aklını meşgul etmesini seviyordur. Gördüğü ya da okuduğu her şeye o ifadeyi bulma arzusuyla yaklaşmayı seviyordur. Belki de o kadar emek harcadığı işi bir kitapçının rafında görünce yaşadığı mutluluğun yerini çok az şey alabiliyordur. O kitabı çevirmese birçok insanın ondan mahrum kalacağını düşünüyordur. Mutlaka bir şeyleri seviyordur, sevecek bir şeyler arayıp buluyordur ısrarla. Yoksa bu meslek ne geçinmesine ne de bir statü inşa etmesine yarayacaktır.

Biraz karamsar bir yazı oldu ama gerçeği yansıtmaya çalıştım. Umarım bu meslek artık bir meslek olarak kabul görür ve emektarları da biraz daha saygıya değer kabul edilir.

Güzel günler görmek dileğiyle :)

1 Mart 2009 Pazar

Yayınevi Postane Değildir!


Enis Batur'un, geçenlerde karşılaştığım, editörlük, düzeltmenlik ve redaksiyon ile ilgili yazmış olduğu yazıyı burada da paylaşmak istiyorum. Yılların editörlük tecrübesini çok güzel irdelemiş, yansıtmış. Dolayısıyla çok sevdim.

Yazar, yayıncı, editör, tasarımcı ve diğerleri... Denge hangisi üzerinden kurulabilir? Bu denge kurulana kadar geçen süreçte neler yaşanır?

BENİM için uzun sayılabilecek bir aradan sonra (yaklaşık yedi ay), bir kitabın yayın hazırlığına ayırdım hafta sonumu. Daha önce de dile getirdiğimi biliyorum: Bir kitabın en tatsız, bıktırıcı, sevimsiz aşaması bu; yazarı zaman zaman yazdığından soğutabilecek bir ‘iş’. Şüphesiz, benim durumumun hayli özel olduğunu kabul etmek zorundayım. Yabancı dillerde yayımlanmış 10 kitabımı çıkarırsam listeden, bugüne dek 120 kitabın kapağında yer almış adım. (Ayrıca, en azından Fransa’da çıkan kitaplarım için ciddi mesai harcadığımızı söylemeliyim). Onlara, 53 yeni basımı da eklemek gerekir: Demek ki, 170 kitap için yayın hazırlığı yapmışım 30 yıl içinde.
Gelgelelim, bununla sınırlı değil listem. Yazı Dergisi’nden başlayarak, yayıncılık yaptığım için, onlarca, belki yüzlerce dergi sayısını ve kitabı bir başıma yayına hazırlamam gerekti bugüne dek. 1966’dan bu yana doğrudan editörlük yapmadım hiç; ama öncesinde, Tan’dan Dönemli’ye, Remzi’den YKY’ye, kimbilir kaç yayını elimle, göz nuru harcayarak okur önüne çıkarmışımdır - üstüne basa basa söylüyorum: Yayına hazırlamaktan gerçekten bıktım yılların içinde.

EB Yazım Kılavuzu
Bir noktadan sonra yardımcılarım ve ‘editör’lerim oldu. Çabaları işimi enikonu hafifletti bir kere. Dahası, yaptığım yanlışlara, düştüğüm çelişkilere dikkat çekerek önemli katkılarda bulundular. (Düzeltmenlerin de epey payı vardır o süreçte). Ne ki, her kitabıen az iki kez baştan uca okumama engel olmadı aldığım yardımlar - yayın aşamasında. Yazım tercihlerim hiçbir kılavuzun önerilerine uymadığı için, her ‘editör’ ya da ‘düzeltmen’ değişikliğinde hararetli tartışmalar yaşandı. 10 yılı aşkın bir süredir, elden ele dolaşan bir ''EB Yazım Kılavuzu'' var gerçi, gene de yeni editörün, düzeltmenin itirazları ile didişmeden olmuyor. Bu savaşımı sağlıklı buluyorum gerçekte. Dil ile ilişkilerimizi sıcak tutan bir boyutu olduğu tartışılmaz. Ama yorucu yanını da yabana atamam: Kendi hallerine bırakacak olsanız, editör - düzeltmen ikilisi kitabınızı tanıyamayacağınız bir biçime taşıyıverirler - kimse alınmasın!

Ben onu ayağa kaldırırım!
Uç bir örnek vereceğim: Sabahattin Kudret Aksal’ın düzyazılarını yayına hazırlamaya çalışan bir ‘editör’ün, üstelik Aksal’ın ölümünden yıllar sonra, bütün devrik cümleleri düzeltmeyi yeğlediğine tanık olmuştum. Bu kadar olmasa bile, her editörde az çok rastlanır aynı eğilime. Not düşerler derkenara: ''Cümle böyle daha iyi olmuyor mu?'' Çoğunda virgül tutkusu, bana kalırsa saplantısı vardır. Uzun, upuzun cümleleri bölmeye bayılanları görülür. Yazım kurallarına, Anayasa Mahkemesi üyesi edasıyla yaklaşırlar: Her yazar, bu bağlamda potansiyel bir suçludur.
Bir editörün deneyimi yıllara yayıldıkça, yazarlara kendisine ‘hammadde’ teslim edecek biri gibi bakmaya yatkınlaşır: İçinden, ''Sen hele kitabını getir de'' der: ''Ben onu ayağa kaldırırım''. Onlar, benim gibi yazarları hiç sevmezler: Kitabını bir bütünlük olarak tasarlamış, çatısını dikkatle kurmuş, görsel tasarımını iyi - kötü kafasında oturtmuş, yazı özelliklerini sonuna dek savunmaktan geri durmayan bir yazar düpedüz burnu büyük, haddini aşmış, şöyle bir sallanmayı hak eden kişidir, gözlerinde. Deneyimli editör, oysa, hangi bölümün yeniden yazılması gerektiğini, kitabın iç sıralamasının nasıl düzeltileceğini, sözdiziminde yapılması uygun değişiklikleri, yanlış seçilmiş kelimeleri bir bir, kanıtlarıyla sunmaya önceden hazırdır: Tek ona bir elyazması teslim edin.

Saygın bir romancı dedi ki...
Günümüzde, profesyonel yayıncılıkta gitgide ağırlığını duyuran bir iktidar uygulaması olduğunu biliyorum bunun. Yazar ve kitabı üzerine, bir adım sonra okur önüne çıkılacağına göre, yayıncının belirgin bir söz hakkı istemesini doğal bulanlar çıkabilir. Yazanlar karşısında anlaşılır bir taleptir bu: Asıl işleri yazmak olmadığına göre. Ne ki, aynı tutumun yazarlara yaklaşırken de devreye girdiği bir sır değil artık. Saygın bir romancı arkadaşım, saygın bir yayınevinin saygın dizi yönetmeninin, kitabının beşte üçünü budadığını söylediğinde donakaldım: Ben, kitabımı alır evime dönerdim işin açığı. ''Evet ama'' demişti arkadaşım: ''O zaman da büyük bir yayıneviyle çalışma olanağı bulamazsın''. Haklıydı arkadaşım. Yazarın kurduğu kitabı kabul eden küçük bir yayıneviyle çalışmayı yeğlerim. Hiçbir mısramı, satırımı, yayıncıyı ya da okuru memnun etmek için düşmedim kağıda - benim gibilerin sayısının düşük olduğunu da sanmıyorum.

Editörün kimliği
Editörün tek hakkının kabul ya da ret kutuplarında varolacağını söylüyor değilim. Söyleşinin önemine inanıyorum gerçekten de. Gelgelelim, editörün kimliği de belirleyici burada. Jean Paulhan’sa karşımdaki, sözlerini dikkatle dinlerim (uygular mıyım ayrı), ama tecimsel gerekçelerle atıp tutan Mrs. Parker’a çarçabuk sinkaf çekmeyi yeğlerim. Buna karşılık, editörümün somut yazı sorunları bağlamındaki her işaretinin hakkını veririm: Tanıklarım vardır.
Bu satırları okuyanlar arasından, haklı olarak, ‘masa’nın öbür yanına geçtiğimde, yayıncı kimliğimle, karşıma oturan yazarlarla nasıl söyleştiğimi merak edenler çıkacaktır. Yazar olarak ‘iş’ine karışılmasından hoşlanmayan, buna karşılık başkalarının ‘iş’ine karışmayı kendine hak sayan biri hiç olmadım. Yayıncılık, sonunda bir ‘karar verme’ mesleğidir, dolayısıyla, eğri ya da doğru, bir kitabı yayımlamayı kabul etmek ile reddetmek durumları arasında kalırsınız. Bir kitabı için ret kararı verdiğim şairimiz bana sormuştu: ''Kim oluyorsunuz da benim kitabımı geri çeviriyorsunuz?'' Ona, soğuk bir ifadeyle verdiğim yanıt geçerlidir: ''Ben, kitabınızı yayımlamam ya da yayımlamamam için başvurduğunuz kişiyim''. Yayınevi postane değildir; dilediğiniz mektubu, dilediğiniz an, dilediğiniz kişiye göndermek için kurulmamıştır. Reddedilmekten hoşlanmıyorsanız, kitabınızı yayımlamak isteyenlerin kapınızı çalmalarını beklersiniz.

Bilerek mi böyle yazdınız?
Kabul ya da ret ‘hak’kımı çok sık kullandım yayıncılık yaşamımda; bedellerini bile göre. Bunun dışında, hiçbir yazarı karşıma oturtup bana teslim ettiği yapıtı yargılamaya kalkışmadım. Yanımda çalışan editörleri uyardım: Bilge Karasu’nun çevirisine, Nermi Uygur’un yazım tercihlerine, Leyla Erbil’in üslup özelliklerine karışamazsınız. İnsan hali, herkes yanlış yapar, kibarca sorarsınız: ''Bunu bilerek mi böyle yazdınız?''
Editör, ‘müdahale eden kişidir’ önyargısıyla tepki veren yazarlarla, çevirmenlerle karşılaştım. Bir çevirmen dostum, ''Kimse, hiçbir biçimde benim çevirime dokunamaz,'' dediğinde, ''Koskoca paragrafı atlamış olsanız bile mi?'' sorusunu yönelttim. Duraksamadan ''Evet'' dediydi. O zaman, yayıncının çevrilen yazara, daha doğrusu metnine karşı birebir sorumluluk taşıdığını anlattım: Bizim için o sorumluluk, kendisine atfettiği dokunulmazlıktan ölçülemeyecek kadar büyüktü.

Yapıt yazara aittir
Kitabı hakkında konuşmak, somut şüpheleri hakkında görüşlerimi almak isteyen yazarlar da tanıdım. Düşüncelerimi ifade ettim, gene de kararı kendilerine bıraktım. Kimsenin kitabının adını değiştirmeye kalkışmadım. Ama yayınevinin ilkelerini de korudum: ''Ben, arka kapak yazısı istemiyorum'' diyen yazara, ''Kusura bakmayın'' dedim: ''Bu bizim kurallarımıza aykırı''. Yazarların tasarımcıyı hiçe sayan yaklaşımlarına paye vermedim, birlikte uzlaşma noktasına ulaşmalarını sağladım.
Yazar, yayıncı, editör, tasarımcı ve diğerleri: Bana öyle geliyor ki, ‘iş’ bir denge gerektiriyor.
Denge hangisi üzerinden kurulabilir?
Yanılmıyorsam: Yapıt üzerinden.
Yapıt, özünde yazar’ına aittir.

23 Şubat 2009 Pazartesi

Edebiyat çevirmenliği ve bir kitabın basım süreci


Esasen aklımda blog yazmak falan yoktu ama ülkemizde çok fazla bilgi sahibi olunmayan ve olanların da göz ardı etmeye meyilli oldukları kitap çevirisi ve bu çevirileri yapan çevirmenlerin durumlarını ele alan yazılar yazmak, küçük de olsa bir kitlenin konuyla ilgili gözünü açmaya yardımcı olabilir diye düşündüm.

Kaç kişi bir kitapçıda gezerken eline aldığı bir çeviri kitabın çevirmenine de bakma gereği duyuyor? Daha da önemlisi, kaç kişi okuduğu kitabın aslında yazarın bire bir kelimelerini içermediğini, o kelimelerin çevirmenin seçmeyi tercih ettiği kelimeler olduğunu düşünüyor? Bu noktada çevirmenin görevi, mümkün olduğunca yazarın üslubunu koruyarak metni kaynak dilden erek dile taşımaktır. Kendisine teslim edilen bu bayrağı okuyucuya taşırken, o ifadelerin hedef dildeki karşılıklarını dilin özgün yapısına en uygun biçimde bulmaya çalışmalıdır. Aksi takdirde bire bir sözlük anlamlarını yazarak çeviri yaptığı varsayılan çeviri programlarından bir farkı kalmaz. Bu fark en çok da edebiyat çevirmenliğinde baskındır. Tıp ya da mühendislik gibi ağılıklı olarak teknik içeriğe sahip çevirilerde herhangi bir mecaz, kelime oyunu ya da ima olmadığından direkt anlatım ağırlıklıdır. Teknik çevirilerde terminoloji bilgisi esastır. Buna karşın, bir roman çevirisinde, yazarın üslubunu koruma görevinden tutun da, söz sanatlarının erek dildeki güncel karşılıklarını bulmaya, metnin akıcılığını sürdürmeye, yazım ve imla kurallarını doğru şekliyle okuyucuya sunmaya kadar birçok görevi bulunur edebiyat çevirmeninin. Tüm bu görevleri layıkıyla yerine getirmek için de geçmişte bolca mürekkep yalamış olması gerekmektedir. (Bu nedenle de her dil bilen çeviri yapamaz.) Yaptığı ince iş nedeniyle de, çevirmenliğe bir kez başladıktan sonra okumalar artık eskisi gibi olmayacaktır. Her okuduğu kitabı ister istemez bir çevirmen titizliğiyle inceleyecek, bu nedenle de bir türlü sorumsuzca kitap okumanın keyfine varamayacaktır. İstese de kendisini bu gizli görevden alıkoyamaz. Okurken karşılaştığı yazım hataları istemese de gözünden kaçmayacak, cümle düşüklüklerini acımasızca kınayacaktır. Ama belki de bunu yaparken tüm suçu çevirmene atmamak gerektiğinin bilincinde olan nadir okuyuculardan olduğunun da bilincinde olacaktır; çünkü bir kitabın çeviri süreci tamamlandıktan sonra o kitabın birçok kişinin elinden geçtiğini –en azından geçmesi gerektiğini- bilir. Esasen süreç en basitinden şöyle işler. Çevirisini tamamlayıp teslim eden çevirmenin kitapla işi bitmiş sanılır çoğu zaman. Aslında öyle değildir ve olmamalıdır da. Çeviri yayınevine teslim edildikten sonra, orijinal metin ile çeviri metin düzeltmen tarafından bire bir karşılaştırılmalıdır. Sonuçta çevirmen de bir insandır ve yapılan hatalar, atlanılan cümleler, anlam kaymaları olacaktır. Düzeltmen bir avcı gibi bunların izini sürüp bulacak, hataları düzeltecektir. Düzeltilen metni daha sonra redaktör teslim alır. Onun orijinal metinle çalışmasına gerek yoktur. Redaktör Türkçe'ye çevrilmiş metni bu dile uygunluğu açısından değerlendirir. Bunu yaparken bir okuyucunun gözüyle de okuyabilmelidir. Noktalama işaretleri, gereksiz devrik cümleler, Türkçe kullanım hataları, yazım hataları redaktör tarafından düzeltilir. (Bir kitabın oluşma sürecinde yer alan yazar-anlatıcı-düzeltmen ilişkisini farklı bir açıdan Bilge Karasu "Gece" romanında da ele almıştır. Darbe döneminde yaşanan olayları, dil ve biçim arayışları içindeki bir yazarın bakış açısıyla anlatır Bilge Karasu. "Ne Kitapsız Ne Kedisiz" de ise Bilge Karasu bir yazın türü olarak 'roman'ı, yazmayı ve yazarlık çabalarını irdelemektedir. Bu konularla uğraşmayı seviyorsanız ikisini de tavsiye ederim.) Ancak, bu noktada çok ince bir çizgi vardır: redaksiyon sırasında yazarın üslubu bozulmamalıdır. Redaktörden sonra çeviri sayfa düzeni ve kapak çalışmaları için tipograf ve grafikerlerin eline geçer, daha sonrasında da matbaaya gider. Ancak birçok yayınevinde bu süre daha kısa tutulmaktadır. Çevirmenin teslim ettiği çevirinin bir düzeltmen tarafından düzeltilmesi bir yana, redaktörlerin yaptığı redaksiyonların kalitesi de tartışılmalıdır. Dil konusunda herhangi bir uzmanlığı bulunmayan, ehliyetsiz ellere kitap bir kez düşmeyegörsün, artık ne yazarın üslubundan, ne çevirmenin aylarca uğraşıp ilmik ilmik ördüğü çevirisinden eser kalır. Ucuz istihdam sağlamak için birçok yayınevinin işe aldığı ve binlerce insanın okuyacağı kitapları teslim ettiği editör ve redaktörler bir kitabı pekala bir felakete sürükleyebilirler. Ancak bu enkazın kağıt üstünde sorumlusu asla onlar değildir, çevirmendir. Çünkü kitabın üzerinde onun adı vardır. İşini özenle tamamlayıp, güvenilir ellere teslim ettiğini düşünen çevirmenin kitap basıldıktan sonra yaşadığı hayal kırıklığını tahmin bile edemezsiniz. Olması gereken, kitabın baskıdan önce değişiklikleri görmesi için çevirmene teslim edilmesidir; çünkü kanun karşısında çevirmen o kitabın erek dildeki eser sahibidir. Dolayısıyla tüm eleştiri okları kendisine yöneltilecektir. Ancak, ne yazık ki bunu yapan yayınevi çok azdır. Kitap redaktörün elinden –onun insafına göre değiştirilmiş bir biçimde- çıkar ve ceremesini çevirmen çeker. Bu sürecin artık geri dönüşü yoktur, çevirmen 2. baskıyı beklemek zorundadır. Tabii çok az çevirmenin yapılan değişiklikleri saptamak için basılan çevirisini gözden geçirdiği düşünülürse, birçoğunun bundan haberi bile olmaz. Bu işi para için yapan çevirmenlerin çoğunlukta olduğu düşünülürse (haa bu işten öyle aman aman paralar kazanıldığı da düşünülmesin, bu ayrı bir makale konusudur), birçoğunun buna hayıflanmayacağı da açıktır.

Elbette iyi bir çeviriyi enkaza çeviren redaktörler olduğu gibi, kötü bir çeviriyi de adam eden redaktörler de vardır –ki olması gereken budur. Bu noktada redaktör işinin ehli olmayan çevirmenin hatalarını örtbas eder. Ancak, yayıncılıkta redaktöre minimum iş yükü getiren çevirmen makbul olduğundan bu tarz çevirmenler pek tercih edilmez, dolayısıyla kısa zamanda kendilerine kapı gösterilir. Öyleyse neden piyasada bu kadar kötü çeviri dolaşıyor? Yayınevlerindeki kalifiye redaktör kıtlığından olmasın sakın!

Her çeviride hatalar olur, zaten o nedenle redaktörler vardır. Hatayı minimize etmek esastır. Çevirmenle redaktör kitabın basıma hazırlanma sürecinde birlikte çalışmalıdır. Yapılan önemli değişiklikler çevirmene danışılmalıdır. Çevirmen de redaktöre mümkün olduğunca özenli, temiz çeviri teslim etmelidir. Bir kitabın çevirisi 3-5 ay sürerken, aynı kitabın redaksiyonu 1 haftayı geçmemelidir. Aksi taktirde o işlem redaksiyondan çıkar, tekrar çevirme sürecine girer.

Keyifli okumalar dilerim.