Genel anlamdaki çeviriden söz etmiyorum; kitapların dilden dile aktarılmasına karşı olduğum yok. Sözünü edeceğim, ülkemizdeki çeviri. "Kültür çevirmenliği"nin bir türlü kurumsallaşamadığı, meslek halini alamadığı bir ülkede yaşıyoruz.
Ülkemizde çok az sayıda gerçek çevirmen vardır. Ama kitap çeviren, çevirmiş binlerce kişi bulabilirsiniz. Çevirmenlik (yazılı kültür ürünlerinin çevrilmesi anlamında) meslek halini alamadığı için, bir öğrenci, bir öğretmen, bir doktor, bir mühendis… yabancı bir dil biliyorsa oturup kitap çevirebilir. Bu kitaplar dizilir, basılır, ciltlenir, dağıtılır, satılır ve masamıza gelir. Öyle uç örnekler vardır ki, önünüzdeki kâğıt destesinde basılı çevirinin nasıl olup da onca aşamayı geçebildiğini, hangi yüzle size ulaştırıldığını anlamakta zorluk çekersiniz. Ben birçok çeviri kitabı yarısına gelmeden pes edip bırakmışımdır; çok kitabı saçımı başımı yolarak okumuşumdur; çok kitabın sayfa kenarlarını ünlem ve soru işaretleriyle doldurmuşumdur. Bir amatör olarak, kötü çevirinin nedenleri üzerine birkaç söz söylemek istiyorum.
Türkiye'de çeviriler genellikle çevirmenler tarafından yapılmaz. Öyle zannedilir, çünkü her dil bilen çevirmen kabul edilir. Oysa dil bilmek ayrı, kitap çevirmek ayrıdır. Yabancı bir dili o dilde kitap okuyabilecek kadar bilen biri, okuduğunu kendi diline çevirerek kavramaz; doğrudan okuduğu dilde düşünerek kavrar. İngilizce biliyorsanız, İngilizce bir romanı -diyelim- üç günde okursunuz, ama onu Türkçeye çevirmek üç ayınızı alabilir. Çevirmenin okuduğunu anlaması elbette önemlidir, ama onu çevirmen yapan bu değildir. Onun görevi okuduğum bir başka dile aktarmaktır.
Fransa'da geçirdiği başarılı bir öğrenim yaşamının ardından, elinde yüksek lisans diplomasıyla memlekete dönen birinin Fransızca bilgisinden kuşku duymamak gerekir. Ama salt bu yüzden onun çok iyi çeviri yapabileceği sonucuna varılamaz. Çünkü çeviri eylemi yalnızca kaynak ya da hedef dili değil, her ikisini de çok iyi bilmeyi gerektirir. Fransa'da öğrenim görmek için ise Fransızca bilmek yeter.
Çeviri yapacak kişi çevirmen olmalıdır. Hem kaynak dile hem hedef dile hâkim olmalıdır.
Ancak bu da yetmez. Çevirmenin konunun/alanın temel bilgi ve kavramlarına da vakıf olması gerekir. Mesleği dışındaki alanlara hiç ilgi duymayan ya da yalnızca ilgi duyan bir hekimin –örneğin- siyaset bilimi konusunda bir kitap çevirdiğini düşünün. Her bilimin, her alanın kendine özgü kavramları vardır. Günlük yaşamda eşanlamlı kullanılan, öyle zannedilen iki kavram arasındaki nüans, bir bilim alanında yıllar süren tartışmaların odağı olabilir. O konuya/alana yabancı biri bunu bilmez.
Çevirmenlik, kültürel birikimi de öngerektirir. Çeviri bir anlamda çevrilen metni yeniden yaratmaktır, özellikle çevrilen bir edebiyat metni, hele şiirse! Ama çevrilen bir şiir olmasa da, metni yeniden yaratıyor olmanın belirli bir genel kültür düzeyini gerektirdiği açıktır.
Yoksa ne olur? Yakın zamanda okuduğum bir kitaptan bir örnek vereceğim. Bu bir ekonomi kitabı ve birkaç yüzyıl öncesinin Amerika'sından sık sık söz ediyor. Ve ikide bir Amerika'daki Hintlilerin sözü geçiyor. Amerika'nın tarihinde Hintliler niye bu kadar önemli diye düşünüyorsunuz. Ama çevirmen, yayıncı, düzeltmen vs. düşünmüyor olmalılar ki kitap çıkıyor ve yıllardır yeni baskıları yapılıyor. Hintlileri Amerika’ya çevirmen götürüyor! Bilindiği gibi Kolomb Amerika'yı keşfetmek için değil, Hindistan'a yeni bir yol bulmak için denize açılmış. "Batıya, daima batıya" gittiğinde Hindistan'a varacağına inanıyor. Yanlış bir inanç değil bu. Ama arada bir kıta olabileceği hesapta yok. Amerika'ya vardığında "İşte Hindistan!" diyor. Orada karşısına çıkan yerlilerin, yani Kızılderililerin de Hintli olması gerekiyor. Daha sonra varılan yerin yeni bir kıta olduğu anlaşılsa da, Kızılderililer “Hintli” olarak dile yerleşip kalıyor ve bugüne dek geliyor. Çeviriyi yapan bunu düşünmüyor ve her "Indian" gördüğü yerde Hintli görüyor, öyle çeviriyor. Demek ki 300 yıl önce Amerika'da Hintlilerin bu kadar çok olabileceklerine de aklı yatıyor.
Çeviri hamallıktır. Bir çeşit entellektüel zanaatkârlıktır. Yazarın yanında genellikle adınız bile anılmaz, ama siz sözcüklerle bazen yazar kadar boğuşursunuz. Nankör bir ürünü ince ince işlemek gibidir çeviri. Kısacası hem sevgi, hem sabır işidir. Bir gün on sayfa çevirirsiniz, ama ondan sonraki üç gün bir tek cümleyle uğraşıp uğraşmayacağmızın hiçbir garantisi yoktur.
Bizdeki o sayıları binleri bulan "çevirmen olmayan çevirmen”lerde çoğunlukla ne sabır ne de sevgi bulunur. Sabır yoktur; hiçbir cümle için üç gün uğraşmamışlardır. Yaptıkları işe, çeviriye sevgi yoktur; "boş ver, bu da böyle olsun" deyip o cümleyi yanlış çevirmekten çekinmezler, hatta o cümleyi metinden çıkarıp attıkları da çok olur.
Son olarak: Bütün iş çevirmenlerde ya da çeviri yapanlarda bitmez, ortada bir günah varsa, yayıncılar da buna ortaktır. "Küçük" yayınevlerine düşman bir tekelci kafaya sahip olmadığım için, "şu kadar danışmanı istihdam edemeyen, yayınevi kurmasın" anlamına gelen sözler etmeyeceğim. Bir tek kişinin çekip çevirdiği bir yayınevi faaliyetinde bile, berbat bir çeviriyi o kişinin fark etmesi çok zor değil ki. Kanımca fark ediliyor da başka kaygılar daha önde oluyor.
Çeviriyi yapan iyi bir çevirmen bile olsa, çeviri, çevirenin dışında birileri tarafından en azından edebi süzgeçten geçirilmelidir. Çünkü uğraşanlar bilir, insan bir metnin noktası virgülü, öznesi bağlacıyla haftalarca uğraşınca, daktilosundaki kâğıtta/bilgisayarının ekranında beliren metin hakkında sağlıklı yargılarda bulunabilmesi çok zor oluyor.
Yayıncılar çeviriyi aceleye getirmemeli. Bir haftada, on günde çevrilen kitaplar var. Bu çeviriden ne beklenir? Biraz ilgilisi alelacele yapılmış çevirileri daha ilk bakışta anlayabiliyor.
Okuma alışkanlığının yaygın olmayışı ile insanı okuduğuna okuyacağına pişman eden çeviriler arasında ilişki yoktur belki. Ama ben böyle giderse en azından çeviri kitapları okumayı bırakacağımı sanıyorum…