27 Mart 2009 Cuma

Özensiz Çeviri Sağlıksız Okuyucu Doğuruyor

Geçenlerde rastladığım bir yazıyı size aynen aktarıyorum. Mehmet Ördekçi tarafından kaleme alınmış:
Ülkemizde kitap okuyanların sayısının istenenden az olmasında birden fazla etken rol oynuyor kuşkusuz. Çeviri sorununun bu etkenler içinde önemli yer tuttuğu inancındayım.

Genel anlamdaki çeviriden söz etmiyorum; kitapların dilden dile aktarılmasına karşı olduğum yok. Sözünü edeceğim, ülkemizdeki çeviri. "Kültür çevirmenliği"nin bir türlü kurumsallaşamadığı, meslek halini alamadığı bir ülkede yaşıyoruz.

Ülkemizde çok az sayıda gerçek çevirmen vardır. Ama kitap çeviren, çevirmiş binlerce kişi bulabilirsiniz. Çevirmenlik (yazılı kültür ürünlerinin çevrilmesi anlamında) meslek halini alamadığı için, bir öğrenci, bir öğretmen, bir doktor, bir mühendis… yabancı bir dil biliyorsa oturup kitap çevirebilir. Bu kitaplar dizilir, basılır, ciltlenir, dağıtılır, satılır ve masamıza gelir. Öyle uç örnekler vardır ki, önünüzdeki kâğıt destesinde basılı çevirinin nasıl olup da onca aşamayı geçebildiğini, hangi yüzle size ulaştırıldığını anlamakta zorluk çekersiniz. Ben birçok çeviri kitabı yarısına gelmeden pes edip bırakmışımdır; çok kitabı saçımı başımı yolarak okumuşumdur; çok kitabın sayfa kenarlarını ünlem ve soru işaretleriyle doldurmuşumdur. Bir amatör olarak, kötü çevirinin nedenleri üzerine birkaç söz söylemek istiyorum.

Türkiye'de çeviriler genellikle çevirmenler tarafından yapılmaz. Öyle zannedilir, çünkü her dil bilen çevirmen kabul edilir. Oysa dil bilmek ayrı, kitap çevirmek ayrıdır. Yabancı bir dili o dilde kitap okuyabilecek kadar bilen biri, okuduğunu kendi diline çevirerek kavramaz; doğrudan okuduğu dilde düşünerek kavrar. İngilizce biliyorsanız, İngilizce bir romanı -diyelim- üç günde okursunuz, ama onu Türkçeye çevirmek üç ayınızı alabilir. Çevirmenin okuduğunu anlaması elbette önemlidir, ama onu çevirmen yapan bu değildir. Onun görevi okuduğum bir başka dile aktarmaktır.

Fransa'da geçirdiği başarılı bir öğrenim yaşamının ardından, elinde yüksek lisans diplomasıyla memlekete dönen birinin Fransızca bilgisinden kuşku duymamak gerekir. Ama salt bu yüzden onun çok iyi çeviri yapabileceği sonucuna varılamaz. Çünkü çeviri eylemi yalnızca kaynak ya da hedef dili değil, her ikisini de çok iyi bilmeyi gerektirir. Fransa'da öğrenim görmek için ise Fransızca bilmek yeter.

Çeviri yapacak kişi çevirmen olmalıdır. Hem kaynak dile hem hedef dile hâkim olmalıdır.

Ancak bu da yetmez. Çevirmenin konunun/alanın temel bilgi ve kavramlarına da vakıf olması gerekir. Mesleği dışındaki alanlara hiç ilgi duymayan ya da yalnızca ilgi duyan bir hekimin –örneğin- siyaset bilimi konusunda bir kitap çevirdiğini düşünün. Her bilimin, her alanın kendine özgü kavramları vardır. Günlük yaşamda eşanlamlı kullanılan, öyle zannedilen iki kavram arasındaki nüans, bir bilim alanında yıllar süren tartışmaların odağı olabilir. O konuya/alana yabancı biri bunu bilmez.

Çevirmenlik, kültürel birikimi de öngerektirir. Çeviri bir anlamda çevrilen metni yeniden yaratmaktır, özellikle çevrilen bir edebiyat metni, hele şiirse! Ama çevrilen bir şiir olmasa da, metni yeniden yaratıyor olmanın belirli bir genel kültür düzeyini gerektirdiği açıktır.

Yoksa ne olur? Yakın zamanda okuduğum bir kitaptan bir örnek vereceğim. Bu bir ekonomi kitabı ve birkaç yüzyıl öncesinin Amerika'sından sık sık söz ediyor. Ve ikide bir Amerika'daki Hintlilerin sözü geçiyor. Amerika'nın tarihinde Hintliler niye bu kadar önemli diye düşünüyorsunuz. Ama çevirmen, yayıncı, düzeltmen vs. düşünmüyor olmalılar ki kitap çıkıyor ve yıllardır yeni baskıları yapılıyor. Hintlileri Amerika’ya çevirmen götürüyor! Bilindiği gibi Kolomb Amerika'yı keşfetmek için değil, Hindistan'a yeni bir yol bulmak için denize açılmış. "Batıya, daima batıya" gittiğinde Hindistan'a varacağına inanıyor. Yanlış bir inanç değil bu. Ama arada bir kıta olabileceği hesapta yok. Amerika'ya vardığında "İşte Hindistan!" diyor. Orada karşısına çıkan yerlilerin, yani Kızılderililerin de Hintli olması gerekiyor. Daha sonra varılan yerin yeni bir kıta olduğu anlaşılsa da, Kızılderililer “Hintli” olarak dile yerleşip kalıyor ve bugüne dek geliyor. Çeviriyi yapan bunu düşünmüyor ve her "Indian" gördüğü yerde Hintli görüyor, öyle çeviriyor. Demek ki 300 yıl önce Amerika'da Hintlilerin bu kadar çok olabileceklerine de aklı yatıyor.

Çeviri hamallıktır. Bir çeşit entellektüel zanaatkârlıktır. Yazarın yanında genellikle adınız bile anılmaz, ama siz sözcüklerle bazen yazar kadar boğuşursunuz. Nankör bir ürünü ince ince işlemek gibidir çeviri. Kısacası hem sevgi, hem sabır işidir. Bir gün on sayfa çevirirsiniz, ama ondan sonraki üç gün bir tek cümleyle uğraşıp uğraşmayacağmızın hiçbir garantisi yoktur.

Bizdeki o sayıları binleri bulan "çevirmen olmayan çevirmen”lerde çoğunlukla ne sabır ne de sevgi bulunur. Sabır yoktur; hiçbir cümle için üç gün uğraşmamışlardır. Yaptıkları işe, çeviriye sevgi yoktur; "boş ver, bu da böyle olsun" deyip o cümleyi yanlış çevirmekten çekinmezler, hatta o cümleyi metinden çıkarıp attıkları da çok olur.

Son olarak: Bütün iş çevirmenlerde ya da çeviri yapanlarda bitmez, ortada bir günah varsa, yayıncılar da buna ortaktır. "Küçük" yayınevlerine düşman bir tekelci kafaya sahip olmadığım için, "şu kadar danışmanı istihdam edemeyen, yayınevi kurmasın" anlamına gelen sözler etmeyeceğim. Bir tek kişinin çekip çevirdiği bir yayınevi faaliyetinde bile, berbat bir çeviriyi o kişinin fark etmesi çok zor değil ki. Kanımca fark ediliyor da başka kaygılar daha önde oluyor.

Çeviriyi yapan iyi bir çevirmen bile olsa, çeviri, çevirenin dışında birileri tarafından en azından edebi süzgeçten geçirilmelidir. Çünkü uğraşanlar bilir, insan bir metnin noktası virgülü, öznesi bağlacıyla haftalarca uğraşınca, daktilosundaki kâğıtta/bilgisayarının ekranında beliren metin hakkında sağlıklı yargılarda bulunabilmesi çok zor oluyor.

Yayıncılar çeviriyi aceleye getirmemeli. Bir haftada, on günde çevrilen kitaplar var. Bu çeviriden ne beklenir? Biraz ilgilisi alelacele yapılmış çevirileri daha ilk bakışta anlayabiliyor.

Okuma alışkanlığının yaygın olmayışı ile insanı okuduğuna okuyacağına pişman eden çeviriler arasında ilişki yoktur belki. Ama ben böyle giderse en azından çeviri kitapları okumayı bırakacağımı sanıyorum…
Not: Bugün kendisi de bir çevirmen ve çeviri editörü olan Mehmet Ördekçi'nin 1995 yılında Ankara Merkez Kapalı Cezaevi'nde yatarken yazdığı ve Kitap Gazetesi dergisinin Mayıs 1995 sayısında yayınlanan yazısı. Başlık dergi tarafından konmuş...

25 Mart 2009 Çarşamba

Seni mi eleştirsem, yoksa onu mu?

Sekiz senedir kitap çevirmenliği yapıyorum. Yurtdışında yaşadığım zamanlar ve eşzamanlı yürüttüğüm diğer işlerimin yoğunlaştığı dönemler haricinde kitap çevirmenliği hayatımın son sekiz yılında hep yer aldı ve birkaç yıl önce verdiğim bir kararla da hayatımın geri kalanında sadece bu işi yapmaktan keyif alacağımı anlayıp, sadece bu işi yapmaya karar verdim. Daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi, bu mesleğin şartları maalesef ikinci bir işi zorunlu kıldığından, tüm zamanımı bu işe ayıramazsam da kitap çevirmek için bir şekilde mutlaka zaman yaratıyorum. Elimden geldiğince edebiyat çevirmenliği alanında çıkan dergileri, medyadaki yazıları, okuyucu yorumlarını, seminerleri, toplantıları vs de kaçırmamaya gayret ediyorum. Bu işe bu kadar gönül vermişliğime ve 20 civarında kitap çevirmişliğime (artık saymıyorum, geçmiş de olabilir) rağmen, bir edebiyat çevirisi hakkında yorum ya da eleştiri yapacağım zaman, bir şey demeden önce kırk kez düşünüyorum. Son derece eleştirel bir yapım olmasına ve sözümü asla sakınmamama rağmen, bir çevirmenin özenli ya da özensiz yaptığı işi eleştireceğim zaman otokontrol mekanizmam devreye giriyor. Sanırım bunun altında, o işin her aşamasını geçmiş ve nasıl bir dikkat ve emek harcayarak yapılması gereken, sabır gerektiren bir iş olduğunu bilen biri olmam yatıyor. Neredeyse her çevirmenin, yeni çıkan çevirisine yeni doğan bir bebek gibi yaklaştığını bildiğimden sanırım. Her hatada olduğu gibi, her başarının da çevirmene yontulmayacağını biliyor olmamdan sanırım. Ama bu elbette bir yanlış varsa söylenmeyeceği anlamına gelmiyor. Zaten genelde çevirmenler, diğer edebiyat çevirmenlerinden aldıkları eleştirilere gücenmiyorlar gözlemlediğim kadarıyla; aksine, o eleştiriler daha iyisi için bir geribildirim sağlıyor meslektaşına. Çevirmenleri çoğunlukla rahatsız eden okuyucu yorumları oluyor genelde.


Her yerde az çok böyledir ama benim ülkemde nedense herkes her işin ehli görür kendini. Öyle ki, bilip bilmeden her konuda ahkam kesmeye bayılır. Az çok dil bilen her kişi çevirmenlik yapmayı hak görür kendine, hayatında tek cümle çevirmemiş insanlarsa çeviri eleştirmeni kesilir adeta. Şimdi herkes bunun üzerine kendini sorgulayıp, bu davranışlarına haklı bir yorum getirebilir. Elbette okuyucu okuduğu kitap hakkında yorum yapacaktır; bazı yerinde yapılmış yorumlar çevirmene de yazara da birçok şey katabilir ama bir kitaba para ödeyip onu okumuş olmak, o kitap üzerinde aylarca çalışmış kişileri haklı ya da haksız yerme hakkını vermiyor kimseye. En azından bir eleştiri yapılacaksa önce soruna kimin neden olduğunu bilmek gerekir diye düşünüyorum. Son zamanlarda diğer bloglarda ve bazı kitap forumlarında sıkça rastladığım, muhtelif çeviriler üzerine yazılmış acımasızca yorumlar beni bu yazıyı yazmaya itti. Bir anda eleştirilen sanki benim çevirimmişçesine meslektaşımın yerine koydum kendimi. Bahsedilen sözde hatalardan kendisinin haberi bile olmayabilir esasında. Yayıncılık piyasası öyle serbest ve başıboş işleyen bir piyasa halini aldı ki, bir kitap piyasaya çıktığında kimin o kitabın neresinden tuttuğunu, ne gibi müdahaleler yaptığını bilmek her geçen gün zorlaşıyor. Üzerinde çevirmenin adı olması nedeniyle, çeviride, imlada, noktalamada, hatta harf eksikliklerinde bile ilk hedefimiz çevirmen oluyor. Çevirmenin de hataları olacaktır elbet, nihayetinde çeviri bir insan işidir, makine değil ama bu konuda bir eleştiri yapılacaksa en azından muhatabınızın bilinmesi gerekir diye düşünüyorum. Kullanılan dile dikkat edilmeli diye düşünüyorum. O kitabı okumanızı sağlayan yazara, çevirmene, redaktöre, editöre ve yayınevine biraz daha saygılı bir üslupla hitap edilebilir diyorum. Cin olmadan adam çarpmaya kalkmasak diyorum.


Ben olsam ne yapardım? Beni çok rahatsız eden bir çeviriyle karşı karşıyaysam ve bu kitabın orijinaliyle çevirisini karşılaştırıp fikir yürütme şansım yoksa, her halükarda çevirmene hitaben bir eleştiri yapmaktan çok, yayınevine hitaben yapardım eleştirimi. Sonuçta o ekibi seçen, bu insanlara iş veren ve o işleri hakkıyla kontrol ettirmeyen yine yayınevi. Ayrıca o çevirinin çevirmenin yaptığı orijinal çeviri olduğunu ve o şekilde yayımlanıp yayımlanmadığını da bilmiyorum. Normalde övgüler yağdırabileceğim bir çevirinin de aslında düzeltmenin eseri olup olmadığını da bilmiyorum. Bildiğim şeyse, birçok kalifiye çevirmen arkadaşımın çevirilerini teslim ettikten sonra çevirileri kötü redaksiyona maruz kalacak da değişecek diye sabah akşam tırnak kemirdikleri. Bunu ben de az yapmadım. Dolayısıyla, böyle kompleks ve belirsiz bir yapıda bir görüş bildireceksem, konudan belki de bihaber olan bir kişiye suçlamalar yağdırıp, zaten tutunacak bir yeri olmayan şu meslekten soğutmak yerine, o kitaptaki her şeyin birebir muhatabı olan yayınevine bir mail atmayı yeğlerim. Bu eleştirimi yaparken de, sadece bir okuyucu olduğumun, ne çevirmenin ne de redaktörün işini yargılayacak mekanizmaya sahip olmadığımın bilincinde olurum. Burada eleştirilen şey, kişi değil, yapılan iş olmalı. Sonuçta eleştirdiğiniz kısım kimin işi, bunu onlar bilir. Kötü çevirmen eleştiriyle ne kadar düzelir bilinmez ama o eleştiri işine önem veren bir yayınevinin eline geçerse, o çeviri de büyük ihtimalle düzelir diye düşünüyorum.


İyi okumalar dileğiyle.

20 Mart 2009 Cuma

Çeviremediklerimizden misiniz?



İlginç bir başlık oldu, değil mi? :) Geçenlerde bir arkadaşımın sorduğu soru üzerine bu konu hakkında düşünmeye başladım ve sonuçta bununla ilgili bir şeyler yazayım dedim. Soru şuydu: “Hangi Türkçe kitabı yabancı dile çevirmek isterdin?”


Öyle hemencecik cevap verebileceğim bir soru değildi ama ister istemez bir liste oluştu kafamda. Sonra da aynı hızda, bu kitapların bir başka dile çevrildiğinde aynı etkiyi kesinlikle bırakmayacağı düşüncesi belirdi. Her eser, yazılmış olan her kitap eşsizdir elbette ama bazıları, dil yapısıyla, içeriğiyle, ironisiyle tam anlamıyla “unique” denilebilecek cinstendir.


Benim için Oğuz Atay’ın ‘Tutunamayanlar’ da öyledir ve çeviremediklerimiz listemde başköşede yer alır. Çevirememek derken, elbette bir başka dilde o cümleleri bire bir ifade etmeyi kastetmiyorum. Bu pekala yapılabilir ama aynı etkiyi verir mi? Oğuzcuğum Atay’ın en umutsuz anlarında alayla karışık bir “bat dünya bat!” patlatışını başka bir dildeki herhangi bir söz öbeğinin karşılamasına imkan var mı? Peki, Turgut Özben’in Selim’e dediği, “Sen söyle Selim, sen söyleyince beylik olmaz,” cümlesine ne demeli? “You tell me, Selim, otherwise it is a cliché” mi demeli, yoksa daha birebir bir çeviriyle , “You tell me, Selim, it won’t be a cliché when you say,” mi? Ne dersek diyelim, o içtenliği, o vurguyu, o güveni yaratamıyor benim gözümde. Oğuz Atay hayattayken Sevin Seydi’nin Tutunamayanlar’ı İngilizceye çevirdiğini okumuştum ama metni hiçbir zaman yayımlatmamış. Bence çok da doğru bir karar, çevirisi ne kadar iyi olursa olsun ‘unique’ eserler öyle kalmalı.


Listemdeki bir diğer kitap da Tezer Özlü’nün “Yaşamın Ucuna Yolculuk”. Tutunamayanlar’a göre bir parça daha umutlu ama yine hayır, o bir başınalığı, o karamsarlığı, o duygu yoğunluğunu başka kelimelerle yorumlamaya çalışmayı istemezdim. Bırakırdım olduğu gibi kalsın, çünkü aynı duyguları hissettirmeyecekse o kitabı çevirmemek bir kayıp değil bana göre. Aynı şey “Eski Bahçe Eski Sevgi” içindeki kısa öyküler için de geçerli. “Stein Alanındaki Postanede” öyküsünde anlatıcının yaşadığı o sıkıntıyı, bu sıkıntıyı anlatmak için kullandığı ifadeleri başka bir dilde aynı duygu yüküyle yansıtmak ne kadar mümkün? Postanede tanıştığı zenci adam ona doğum gününü sorduğunda, Tezer Özlü’nün aklından geçen “Allah’ın belası bir günde herkesin bir doğum günü vardır,” cümlesindeki isyanı nasıl yansıtacağız? Açıkçası bu ifadelerin hepsine birçok alternatif çeviri üretilebilir ama hiçbiri bu cümlenin bana hissettirdiklerini hissettirmeyecek. Sanırım bu da anadilin güzelliği oluyor :)


Ancak, böyle bir konuda bahsederken, şairliğinin yanı sıra bir çeviri/yorumlama ustası olan Can Yücel’in çevirilerinden söz etmeden geçemeyeceğim. Birçok çevirmen ve eleştirmen tarafından Can Yücel’in şiir çevirileri çeviri midir/değil midir diye eleştiriledursun, bana göre kendisi bu alanda üstattır. İngilizceden şiir çevirilerini okuduğumda, çoğu zaman bunun bir çeviri olduğunu unutuyorum. Zaten kendisi de ne güzel ifade etmiş, “Ben çeviri yapmam, Türkçe yazarım,” diye. Bana göre bu bir başarıdır. Orijinaline %100 sadık kalarak şiir çevirmenin ne kadar doğru olduğu da başka bir tartışma konusu. İşte bu noktada Can Yücel, benim ‘çeviremediklerimiz’ listemdeki kitaplar için –illa çevrilecekse- uygulanması gereken tek doğru yöntemi uyguluyor ve onu okuyucunun anlayacağı, kendi özgün kullanımıyla yazıyor. Anlatmak yerine bir örnek vereyim:


SONNET LXVI

Tired with all these, for restful death I cry,
As to behold desert a beggar born,
And needy nothing trimm'd in jollity,
And purest faith unhappily forsworn,
And gilded honour shamefully misplac'd,
And maiden virtue rudely strumpeted,
And right perfection wrongfully disgrac'd,
And strength by limping sway disabled
And art made tongue-tied by authority,
And folly--doctor-like--controlling skill,
And simple truth miscall'd simplicity,
And captive good attending captain ill:
Tir'd with all these, from these would I be gone,
Save that, to die, I leave my love alone.

William Shakespeare

66. SONE

Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,
Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
O kızoğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,
Ezilmiş, hor görülmüş el emeği, göz nuru,
Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen' e
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
Seni yalnız komak var ya, o koyuyor adama.

(Çeviren: Can Yücel)

11 Mart 2009 Çarşamba

Neden Polisiye?



Son zamanlarda bu soruyu yakın çevremden sık sık duyar oldum. Tamam, iyi, güzel, ama neden polisiye?


Bir okuyucu olarak nasıl okuyacağımız kitapları titizlikle eleyip seçiyorsak, bir çevirmenin de çevireceği kitapları aynı titizlikle, hatta daha da özenle eleyip seçmesi gerekir diye düşünüyorum. Belirli bir tecrübeden sonra belki her kitabı “kolay ya da zor” çevirecek duruma gelebilir insan ama yine de kişi aylarını verip üzerinde çalışacağı kitabı iyi seçmeli bana göre.

Edebiyat çevirilerinde bu konunun biraz göz ardı edildiğini düşünüyorum şahsen. Yayınevinden kitap alayım da ne olursa olsun mantığı aslında ilk etapta kişinin avantajına gibi görünse de, bu seçimsizlik daha sonra çevirmenin aleyhine dönebilir. Her işte olduğu gibi bu işi de severek yapmanın ürüne katkısı büyüktür. Çevirmenin sevmediği bir türde çeviri yapması zamanla o metne olan ilgisizliğini arttıracak, çeviri süreci içinden çıkılmaz bir hal alacaktır. O nedenle, kitap çevirisine yeni başlayan arkadaşlara öncelikle seçici olmaya gayret etmelerini, okumaktan keyif aldıkları türlerde kitapları çevirmelerini ve bu kitapları yayımlayan yayınevlerini tercih etmelerini tavsiye ediyorum. Normalde bir kitap çevirisine başlanacağı zaman yayınevi elinde çevrilmeyi bekleyen kitapları çevirmene gösterir ve kısaca bir inceledikten sonra seçim yapmasını ister. Tarzınızın dışında olanları orada elemenizi öneririm. Diğerlerini ise yazarın dili, metnin yoğunluğu, herhangi bir ekstra zaman alacak özelliklerin (araştırma gibi) olup olmadığını vs incelemek için bir süreliğine alıp incelemeniz lehinize olacaktır. Ondan sonra bir kitapta karar kılıp çeviriye başlanmalıdır. En azından ben böyle yapıyorum. Ama bazen, yıllardır çalıştığınız yayınevinin editörü ya da yayın yönetmeni sizi ve sevdiğiniz tarzı bildiğinden diğer kitapları otomatik olarak eler ve size çevirmek isteyeceğiniz tarzda bir kitabı seçip verir. Ben bu konuda yayın yönetmenime çok güveniyorum, çünkü bugüne kadar benim için seçtiği kitapları severe çevirdim ve hiç pişman olmadım.


Polisiyeye gelirsek, diğer türlere kıyasla polisiye kitaplardaki heyecan hep maksimumda oluyor (fantastik bilimkurgu da bu konuda polisiyeden sonra gelebilir). Öncelikle bu nedenle bu türü seçiyorum. Hiç bilmediğim bir yazarın kitabının çevirisine başlarken ise kitabı önce okumak faydalı olabiliyor. Ancak, bazen bildiğim bir yazarın kitabını çeviriden önce kısmen inceliyorum ve bu çevirmem için yeterli oluyor. Böyle sevdiğim yazarlardan birkaçının kitaplarını çevirirken komik tecrübeler de yaşamıyor değilim. Özellikle o kitabı sonuna kadar okumuyorum, çevirirken daha bir heyecanla ve merakla çevireyim diye. Ancak her seferinde daha kitabın yarısına gelmeden beni bir merak, bir heyecan alıyor ve ben yine kendimi çeviriyi bırakmış, kitabı deli gibi okurken buluyorum :D Ve tabii ki kitap bitene kadar okunuyor tek solukta. Sonra rahat rahat çevirime devam ediyorum. Elbette bu şekilde çalıştığınız bir kitapla, ilgisiz olduğunuz bir kitabın çevirisi arasında çokça fark olacaktır.


Aynı şey yazarlar için de geçerli. Üslubuna, dili kullanımına, kelime dağarcığına aşina olduğunuz bir yazarın çevirisini her zaman daha kolay ve rahat yaparsınız. Hele bir de okuyucu olarak bu yazarın takipçisiyseniz ne keyifli bir çeviri olur o. Çoğu yazar kitaplarının çeviri sürecinde çevirmenlerle diyalog halinde olmaktan, onlara yardımcı olmaktan mutluluk duyar. O nedenle, çevirdiğiniz kitabın yazarıyla ya da ajansıyla rahatlıkla temasa geçebilirsiniz. Genelde edebiyat çevirilerinde kısaltmalarla ve bazı açıklama isteyen özel isimlerle karşılaşıyoruz. Ben bu gibi durumlarda genel bir araştırma yaptıktan sonra, yanlış bilgilendirme yapmamak için yazara soruyorum ve bugüne kadar taleplerimi geri çeviren bir yazar olmadı. Hepsi, doğal olarak, kitaplarında vermek istedikleri mesajın doğru bir şekilde okuyucuya ulaşmasını istiyor.


Keyifli okumalar dileğiyle…

6 Mart 2009 Cuma

Edebiyat Çevirmenliği: Bir Gönül İşi


Kitap okuma düzeyinin çok düşük olduğu, okuyanların da çoğunlukla yayınevlerinin ‘bestseller’ diye tabir edip öne sürdüğü kitapları almaya meyilli olduğu bir çevrede, ekmeğini edebiyattan kazanmaya çalışanların eline ekmek yerine kırıntı geçmesi elbette kaçınılmazdır.

Birçok kişinin sıkıcı olarak tasvir ettiği kitap çevirmenliği işi gerçekten de zor iştir. Her şeyden önce, çevirmek için çok okuyacak, sürekli devinim geçiren her iki dilin de gerisinde kalmayacaksın. Bu işin bir ofis ortamında yapılmadığını, evde tek başına çalışmak gerektiğini ve bunun sonucunun da kısmi bir anti-sosyallik olduğunu unutmayacaksın. Tüm gün masa başında oturmaktan ağrıyan sırt, ekrana bakmaktan kızaran gözler de cabası. Haa hareketsizliğin sonucunda alınan kiloları da unutmamak gerek.

Çevirmen beyin işçisidir. Sağlam ve dinç bir kafaya sahip olacak ki verimli çalışabilsin. Sabahtan akşama birkaç sayfayı çevirmek için kafa yorarken dört duvar arasında saatin nasıl geçtiğini anlamayacaktır bile. Dolayısıyla bu durumun birçok fiziksel yansıması olacaktır uzun vadede. Ancak tüm bu rahatsızlıklara, meslek hastalıklarına tutulmasına karşın, bu mesleğin ona sağladığı bir sosyal sigorta imkanı bile yoktur. Hasta olduğunda her kuruşunu cebinden karşılamak zorundadır. Çünkü evde çalışmaktadır, yaptığı iş de işten sayılmaz güya! Bunlar yetmezmiş gibi, düzenli maaşı olmadığından düzenli ödemelerini de karşılayamaz. Bu nedenle birçok çevirmen gönül verdiği bu işin yanı sıra (sadece bu işe gönül verenleri kastediyorum), başka işlerde de çalışmak zorunda kalır. Hatta bu durum öyle bir hal alır ki, hafta içi 5 gün sevmediği bir işte çalışıp, esas yapmayı istediği iş olan kitap çevirmenliğini hafta içi akşam arta kalan zamanlarda ya da hafta sonu kendisine, ailesine ayıracağı zamanından kısıp yapar. Böylece asıl işi olması gereken çevirmenlik birden ek iş halini alıverir. Belirli bir yaşa gelmiş, belli bir birikim yapmış, hatta emekli olup devletten maaş alan kişilerin çeviri yapmaları daha keyifli bir uğraş olabilir. Ancak kitap çevirmelerinin çoğunun daha genç kesim olduğu ve geçimini üstlenmesi gereken başka kişilerin de bulunduğu göz önünde bulunduğunda, düzenli gelir ve sosyal imkanlar için başka işler yapmak kaçınılmaz olur.

Sadece kitap çevirisiyle geçineceğim, diyen Don Kişot’ların bu işten kazanacağı para ise sıradan bir işçinin maaşını ya geçer ya geçmez. İsterseniz hesaplayalım. Olması gerektiği gibi telifle çalıştığını düşünelim. Bir kitabın normalde ilk baskısı 2000 adet olur ama bu genelde büyük yayınevleri için geçerlidir. Çoğu kitapevi ilk baskıyı 1000 adet yapar. 250 sayfalık ortalama bir kitabın piyasaya çıkış fiyatına 14 TL desek (%7 KDV’yi de düşelim), çevirmenin normal şartlarda alması gereken yüzdesinin de 7 olduğunu düşünürsek 1000x13= 13,000 bunun yüzde 7’si de 910 TL’dir. Ben yine iyimser davranıp yüzdeyi 7’den hesapladım. İlk baskısı 2000’den basılıp yüzde 7 telif alan bir çevirmen böyle iyi şartlarda bile 1,800 TL anca kazanabiliyor. Oysa ki birçok yayınevi bunun çok altında ödeme yapıyor. Artık büyük yayınevlerinin bile yaşanan mali kriz nedeniyle çevirmen yüzdelerini aşağıya çekmeye çalıştıkları biliniyor. Ayrıca bu para öyle her ay maaş gibi alınmıyor, yanlış anlaşılmasın. 250 sayfalık bir kitabı özenle 3 ayda çevirdiğini ele alırsak, bu kitabın tahmini piyasaya çıkış fiyatının çarpımıyla bulunan toplam alacağın yarısı, çevirinin teslim edilmesinden sonraki 1 ay içinde (yani 4 ay sonra), ücretin kalanı da kitap piyasaya çıktıktan sonraki 1 ay içinde (yani yaklaşık 4-5 ay sonra) ödenebiliyor. Çoğu yayınevleri ise bu rakamı 3 taksitle ödüyor. Durum berbattan da berbat.

Dolayısıyla bu işte akıntıya ısrarla kürek çekmeye çalışanlar için bu gönül işi değil de nedir?

Çevirmeni bu karşılığını çok az aldığı işi yapmaya iten nedir?

İlk başta bir kitapsever oluşudur. Kitapsız bir hayat düşünemiyordur muhtemelen. Hatta kütüphanesi iki iş arasında koşmaktan okumaya fırsat bulamadığı kitaplarla doludur ama o, bir gün sadece sevdiği işi yaparak o kitapları tek tek okuyacağı günün hayalini kuruyordur.

Kelimelerle bir kedinin bir yumakla oynayışı gibi oynamayı seviyordur örneğin. Onları evirip çevirmeyi, devirip düzeltmeyi ya da yazıp silmeyi… Belki de bir kelimenin ya da cümlenin karşılığını bulana kadar gittiği her yerde aklını meşgul etmesini seviyordur. Gördüğü ya da okuduğu her şeye o ifadeyi bulma arzusuyla yaklaşmayı seviyordur. Belki de o kadar emek harcadığı işi bir kitapçının rafında görünce yaşadığı mutluluğun yerini çok az şey alabiliyordur. O kitabı çevirmese birçok insanın ondan mahrum kalacağını düşünüyordur. Mutlaka bir şeyleri seviyordur, sevecek bir şeyler arayıp buluyordur ısrarla. Yoksa bu meslek ne geçinmesine ne de bir statü inşa etmesine yarayacaktır.

Biraz karamsar bir yazı oldu ama gerçeği yansıtmaya çalıştım. Umarım bu meslek artık bir meslek olarak kabul görür ve emektarları da biraz daha saygıya değer kabul edilir.

Güzel günler görmek dileğiyle :)

1 Mart 2009 Pazar

Yayınevi Postane Değildir!


Enis Batur'un, geçenlerde karşılaştığım, editörlük, düzeltmenlik ve redaksiyon ile ilgili yazmış olduğu yazıyı burada da paylaşmak istiyorum. Yılların editörlük tecrübesini çok güzel irdelemiş, yansıtmış. Dolayısıyla çok sevdim.

Yazar, yayıncı, editör, tasarımcı ve diğerleri... Denge hangisi üzerinden kurulabilir? Bu denge kurulana kadar geçen süreçte neler yaşanır?

BENİM için uzun sayılabilecek bir aradan sonra (yaklaşık yedi ay), bir kitabın yayın hazırlığına ayırdım hafta sonumu. Daha önce de dile getirdiğimi biliyorum: Bir kitabın en tatsız, bıktırıcı, sevimsiz aşaması bu; yazarı zaman zaman yazdığından soğutabilecek bir ‘iş’. Şüphesiz, benim durumumun hayli özel olduğunu kabul etmek zorundayım. Yabancı dillerde yayımlanmış 10 kitabımı çıkarırsam listeden, bugüne dek 120 kitabın kapağında yer almış adım. (Ayrıca, en azından Fransa’da çıkan kitaplarım için ciddi mesai harcadığımızı söylemeliyim). Onlara, 53 yeni basımı da eklemek gerekir: Demek ki, 170 kitap için yayın hazırlığı yapmışım 30 yıl içinde.
Gelgelelim, bununla sınırlı değil listem. Yazı Dergisi’nden başlayarak, yayıncılık yaptığım için, onlarca, belki yüzlerce dergi sayısını ve kitabı bir başıma yayına hazırlamam gerekti bugüne dek. 1966’dan bu yana doğrudan editörlük yapmadım hiç; ama öncesinde, Tan’dan Dönemli’ye, Remzi’den YKY’ye, kimbilir kaç yayını elimle, göz nuru harcayarak okur önüne çıkarmışımdır - üstüne basa basa söylüyorum: Yayına hazırlamaktan gerçekten bıktım yılların içinde.

EB Yazım Kılavuzu
Bir noktadan sonra yardımcılarım ve ‘editör’lerim oldu. Çabaları işimi enikonu hafifletti bir kere. Dahası, yaptığım yanlışlara, düştüğüm çelişkilere dikkat çekerek önemli katkılarda bulundular. (Düzeltmenlerin de epey payı vardır o süreçte). Ne ki, her kitabıen az iki kez baştan uca okumama engel olmadı aldığım yardımlar - yayın aşamasında. Yazım tercihlerim hiçbir kılavuzun önerilerine uymadığı için, her ‘editör’ ya da ‘düzeltmen’ değişikliğinde hararetli tartışmalar yaşandı. 10 yılı aşkın bir süredir, elden ele dolaşan bir ''EB Yazım Kılavuzu'' var gerçi, gene de yeni editörün, düzeltmenin itirazları ile didişmeden olmuyor. Bu savaşımı sağlıklı buluyorum gerçekte. Dil ile ilişkilerimizi sıcak tutan bir boyutu olduğu tartışılmaz. Ama yorucu yanını da yabana atamam: Kendi hallerine bırakacak olsanız, editör - düzeltmen ikilisi kitabınızı tanıyamayacağınız bir biçime taşıyıverirler - kimse alınmasın!

Ben onu ayağa kaldırırım!
Uç bir örnek vereceğim: Sabahattin Kudret Aksal’ın düzyazılarını yayına hazırlamaya çalışan bir ‘editör’ün, üstelik Aksal’ın ölümünden yıllar sonra, bütün devrik cümleleri düzeltmeyi yeğlediğine tanık olmuştum. Bu kadar olmasa bile, her editörde az çok rastlanır aynı eğilime. Not düşerler derkenara: ''Cümle böyle daha iyi olmuyor mu?'' Çoğunda virgül tutkusu, bana kalırsa saplantısı vardır. Uzun, upuzun cümleleri bölmeye bayılanları görülür. Yazım kurallarına, Anayasa Mahkemesi üyesi edasıyla yaklaşırlar: Her yazar, bu bağlamda potansiyel bir suçludur.
Bir editörün deneyimi yıllara yayıldıkça, yazarlara kendisine ‘hammadde’ teslim edecek biri gibi bakmaya yatkınlaşır: İçinden, ''Sen hele kitabını getir de'' der: ''Ben onu ayağa kaldırırım''. Onlar, benim gibi yazarları hiç sevmezler: Kitabını bir bütünlük olarak tasarlamış, çatısını dikkatle kurmuş, görsel tasarımını iyi - kötü kafasında oturtmuş, yazı özelliklerini sonuna dek savunmaktan geri durmayan bir yazar düpedüz burnu büyük, haddini aşmış, şöyle bir sallanmayı hak eden kişidir, gözlerinde. Deneyimli editör, oysa, hangi bölümün yeniden yazılması gerektiğini, kitabın iç sıralamasının nasıl düzeltileceğini, sözdiziminde yapılması uygun değişiklikleri, yanlış seçilmiş kelimeleri bir bir, kanıtlarıyla sunmaya önceden hazırdır: Tek ona bir elyazması teslim edin.

Saygın bir romancı dedi ki...
Günümüzde, profesyonel yayıncılıkta gitgide ağırlığını duyuran bir iktidar uygulaması olduğunu biliyorum bunun. Yazar ve kitabı üzerine, bir adım sonra okur önüne çıkılacağına göre, yayıncının belirgin bir söz hakkı istemesini doğal bulanlar çıkabilir. Yazanlar karşısında anlaşılır bir taleptir bu: Asıl işleri yazmak olmadığına göre. Ne ki, aynı tutumun yazarlara yaklaşırken de devreye girdiği bir sır değil artık. Saygın bir romancı arkadaşım, saygın bir yayınevinin saygın dizi yönetmeninin, kitabının beşte üçünü budadığını söylediğinde donakaldım: Ben, kitabımı alır evime dönerdim işin açığı. ''Evet ama'' demişti arkadaşım: ''O zaman da büyük bir yayıneviyle çalışma olanağı bulamazsın''. Haklıydı arkadaşım. Yazarın kurduğu kitabı kabul eden küçük bir yayıneviyle çalışmayı yeğlerim. Hiçbir mısramı, satırımı, yayıncıyı ya da okuru memnun etmek için düşmedim kağıda - benim gibilerin sayısının düşük olduğunu da sanmıyorum.

Editörün kimliği
Editörün tek hakkının kabul ya da ret kutuplarında varolacağını söylüyor değilim. Söyleşinin önemine inanıyorum gerçekten de. Gelgelelim, editörün kimliği de belirleyici burada. Jean Paulhan’sa karşımdaki, sözlerini dikkatle dinlerim (uygular mıyım ayrı), ama tecimsel gerekçelerle atıp tutan Mrs. Parker’a çarçabuk sinkaf çekmeyi yeğlerim. Buna karşılık, editörümün somut yazı sorunları bağlamındaki her işaretinin hakkını veririm: Tanıklarım vardır.
Bu satırları okuyanlar arasından, haklı olarak, ‘masa’nın öbür yanına geçtiğimde, yayıncı kimliğimle, karşıma oturan yazarlarla nasıl söyleştiğimi merak edenler çıkacaktır. Yazar olarak ‘iş’ine karışılmasından hoşlanmayan, buna karşılık başkalarının ‘iş’ine karışmayı kendine hak sayan biri hiç olmadım. Yayıncılık, sonunda bir ‘karar verme’ mesleğidir, dolayısıyla, eğri ya da doğru, bir kitabı yayımlamayı kabul etmek ile reddetmek durumları arasında kalırsınız. Bir kitabı için ret kararı verdiğim şairimiz bana sormuştu: ''Kim oluyorsunuz da benim kitabımı geri çeviriyorsunuz?'' Ona, soğuk bir ifadeyle verdiğim yanıt geçerlidir: ''Ben, kitabınızı yayımlamam ya da yayımlamamam için başvurduğunuz kişiyim''. Yayınevi postane değildir; dilediğiniz mektubu, dilediğiniz an, dilediğiniz kişiye göndermek için kurulmamıştır. Reddedilmekten hoşlanmıyorsanız, kitabınızı yayımlamak isteyenlerin kapınızı çalmalarını beklersiniz.

Bilerek mi böyle yazdınız?
Kabul ya da ret ‘hak’kımı çok sık kullandım yayıncılık yaşamımda; bedellerini bile göre. Bunun dışında, hiçbir yazarı karşıma oturtup bana teslim ettiği yapıtı yargılamaya kalkışmadım. Yanımda çalışan editörleri uyardım: Bilge Karasu’nun çevirisine, Nermi Uygur’un yazım tercihlerine, Leyla Erbil’in üslup özelliklerine karışamazsınız. İnsan hali, herkes yanlış yapar, kibarca sorarsınız: ''Bunu bilerek mi böyle yazdınız?''
Editör, ‘müdahale eden kişidir’ önyargısıyla tepki veren yazarlarla, çevirmenlerle karşılaştım. Bir çevirmen dostum, ''Kimse, hiçbir biçimde benim çevirime dokunamaz,'' dediğinde, ''Koskoca paragrafı atlamış olsanız bile mi?'' sorusunu yönelttim. Duraksamadan ''Evet'' dediydi. O zaman, yayıncının çevrilen yazara, daha doğrusu metnine karşı birebir sorumluluk taşıdığını anlattım: Bizim için o sorumluluk, kendisine atfettiği dokunulmazlıktan ölçülemeyecek kadar büyüktü.

Yapıt yazara aittir
Kitabı hakkında konuşmak, somut şüpheleri hakkında görüşlerimi almak isteyen yazarlar da tanıdım. Düşüncelerimi ifade ettim, gene de kararı kendilerine bıraktım. Kimsenin kitabının adını değiştirmeye kalkışmadım. Ama yayınevinin ilkelerini de korudum: ''Ben, arka kapak yazısı istemiyorum'' diyen yazara, ''Kusura bakmayın'' dedim: ''Bu bizim kurallarımıza aykırı''. Yazarların tasarımcıyı hiçe sayan yaklaşımlarına paye vermedim, birlikte uzlaşma noktasına ulaşmalarını sağladım.
Yazar, yayıncı, editör, tasarımcı ve diğerleri: Bana öyle geliyor ki, ‘iş’ bir denge gerektiriyor.
Denge hangisi üzerinden kurulabilir?
Yanılmıyorsam: Yapıt üzerinden.
Yapıt, özünde yazar’ına aittir.