1 Mart 2009 Pazar

Yayınevi Postane Değildir!


Enis Batur'un, geçenlerde karşılaştığım, editörlük, düzeltmenlik ve redaksiyon ile ilgili yazmış olduğu yazıyı burada da paylaşmak istiyorum. Yılların editörlük tecrübesini çok güzel irdelemiş, yansıtmış. Dolayısıyla çok sevdim.

Yazar, yayıncı, editör, tasarımcı ve diğerleri... Denge hangisi üzerinden kurulabilir? Bu denge kurulana kadar geçen süreçte neler yaşanır?

BENİM için uzun sayılabilecek bir aradan sonra (yaklaşık yedi ay), bir kitabın yayın hazırlığına ayırdım hafta sonumu. Daha önce de dile getirdiğimi biliyorum: Bir kitabın en tatsız, bıktırıcı, sevimsiz aşaması bu; yazarı zaman zaman yazdığından soğutabilecek bir ‘iş’. Şüphesiz, benim durumumun hayli özel olduğunu kabul etmek zorundayım. Yabancı dillerde yayımlanmış 10 kitabımı çıkarırsam listeden, bugüne dek 120 kitabın kapağında yer almış adım. (Ayrıca, en azından Fransa’da çıkan kitaplarım için ciddi mesai harcadığımızı söylemeliyim). Onlara, 53 yeni basımı da eklemek gerekir: Demek ki, 170 kitap için yayın hazırlığı yapmışım 30 yıl içinde.
Gelgelelim, bununla sınırlı değil listem. Yazı Dergisi’nden başlayarak, yayıncılık yaptığım için, onlarca, belki yüzlerce dergi sayısını ve kitabı bir başıma yayına hazırlamam gerekti bugüne dek. 1966’dan bu yana doğrudan editörlük yapmadım hiç; ama öncesinde, Tan’dan Dönemli’ye, Remzi’den YKY’ye, kimbilir kaç yayını elimle, göz nuru harcayarak okur önüne çıkarmışımdır - üstüne basa basa söylüyorum: Yayına hazırlamaktan gerçekten bıktım yılların içinde.

EB Yazım Kılavuzu
Bir noktadan sonra yardımcılarım ve ‘editör’lerim oldu. Çabaları işimi enikonu hafifletti bir kere. Dahası, yaptığım yanlışlara, düştüğüm çelişkilere dikkat çekerek önemli katkılarda bulundular. (Düzeltmenlerin de epey payı vardır o süreçte). Ne ki, her kitabıen az iki kez baştan uca okumama engel olmadı aldığım yardımlar - yayın aşamasında. Yazım tercihlerim hiçbir kılavuzun önerilerine uymadığı için, her ‘editör’ ya da ‘düzeltmen’ değişikliğinde hararetli tartışmalar yaşandı. 10 yılı aşkın bir süredir, elden ele dolaşan bir ''EB Yazım Kılavuzu'' var gerçi, gene de yeni editörün, düzeltmenin itirazları ile didişmeden olmuyor. Bu savaşımı sağlıklı buluyorum gerçekte. Dil ile ilişkilerimizi sıcak tutan bir boyutu olduğu tartışılmaz. Ama yorucu yanını da yabana atamam: Kendi hallerine bırakacak olsanız, editör - düzeltmen ikilisi kitabınızı tanıyamayacağınız bir biçime taşıyıverirler - kimse alınmasın!

Ben onu ayağa kaldırırım!
Uç bir örnek vereceğim: Sabahattin Kudret Aksal’ın düzyazılarını yayına hazırlamaya çalışan bir ‘editör’ün, üstelik Aksal’ın ölümünden yıllar sonra, bütün devrik cümleleri düzeltmeyi yeğlediğine tanık olmuştum. Bu kadar olmasa bile, her editörde az çok rastlanır aynı eğilime. Not düşerler derkenara: ''Cümle böyle daha iyi olmuyor mu?'' Çoğunda virgül tutkusu, bana kalırsa saplantısı vardır. Uzun, upuzun cümleleri bölmeye bayılanları görülür. Yazım kurallarına, Anayasa Mahkemesi üyesi edasıyla yaklaşırlar: Her yazar, bu bağlamda potansiyel bir suçludur.
Bir editörün deneyimi yıllara yayıldıkça, yazarlara kendisine ‘hammadde’ teslim edecek biri gibi bakmaya yatkınlaşır: İçinden, ''Sen hele kitabını getir de'' der: ''Ben onu ayağa kaldırırım''. Onlar, benim gibi yazarları hiç sevmezler: Kitabını bir bütünlük olarak tasarlamış, çatısını dikkatle kurmuş, görsel tasarımını iyi - kötü kafasında oturtmuş, yazı özelliklerini sonuna dek savunmaktan geri durmayan bir yazar düpedüz burnu büyük, haddini aşmış, şöyle bir sallanmayı hak eden kişidir, gözlerinde. Deneyimli editör, oysa, hangi bölümün yeniden yazılması gerektiğini, kitabın iç sıralamasının nasıl düzeltileceğini, sözdiziminde yapılması uygun değişiklikleri, yanlış seçilmiş kelimeleri bir bir, kanıtlarıyla sunmaya önceden hazırdır: Tek ona bir elyazması teslim edin.

Saygın bir romancı dedi ki...
Günümüzde, profesyonel yayıncılıkta gitgide ağırlığını duyuran bir iktidar uygulaması olduğunu biliyorum bunun. Yazar ve kitabı üzerine, bir adım sonra okur önüne çıkılacağına göre, yayıncının belirgin bir söz hakkı istemesini doğal bulanlar çıkabilir. Yazanlar karşısında anlaşılır bir taleptir bu: Asıl işleri yazmak olmadığına göre. Ne ki, aynı tutumun yazarlara yaklaşırken de devreye girdiği bir sır değil artık. Saygın bir romancı arkadaşım, saygın bir yayınevinin saygın dizi yönetmeninin, kitabının beşte üçünü budadığını söylediğinde donakaldım: Ben, kitabımı alır evime dönerdim işin açığı. ''Evet ama'' demişti arkadaşım: ''O zaman da büyük bir yayıneviyle çalışma olanağı bulamazsın''. Haklıydı arkadaşım. Yazarın kurduğu kitabı kabul eden küçük bir yayıneviyle çalışmayı yeğlerim. Hiçbir mısramı, satırımı, yayıncıyı ya da okuru memnun etmek için düşmedim kağıda - benim gibilerin sayısının düşük olduğunu da sanmıyorum.

Editörün kimliği
Editörün tek hakkının kabul ya da ret kutuplarında varolacağını söylüyor değilim. Söyleşinin önemine inanıyorum gerçekten de. Gelgelelim, editörün kimliği de belirleyici burada. Jean Paulhan’sa karşımdaki, sözlerini dikkatle dinlerim (uygular mıyım ayrı), ama tecimsel gerekçelerle atıp tutan Mrs. Parker’a çarçabuk sinkaf çekmeyi yeğlerim. Buna karşılık, editörümün somut yazı sorunları bağlamındaki her işaretinin hakkını veririm: Tanıklarım vardır.
Bu satırları okuyanlar arasından, haklı olarak, ‘masa’nın öbür yanına geçtiğimde, yayıncı kimliğimle, karşıma oturan yazarlarla nasıl söyleştiğimi merak edenler çıkacaktır. Yazar olarak ‘iş’ine karışılmasından hoşlanmayan, buna karşılık başkalarının ‘iş’ine karışmayı kendine hak sayan biri hiç olmadım. Yayıncılık, sonunda bir ‘karar verme’ mesleğidir, dolayısıyla, eğri ya da doğru, bir kitabı yayımlamayı kabul etmek ile reddetmek durumları arasında kalırsınız. Bir kitabı için ret kararı verdiğim şairimiz bana sormuştu: ''Kim oluyorsunuz da benim kitabımı geri çeviriyorsunuz?'' Ona, soğuk bir ifadeyle verdiğim yanıt geçerlidir: ''Ben, kitabınızı yayımlamam ya da yayımlamamam için başvurduğunuz kişiyim''. Yayınevi postane değildir; dilediğiniz mektubu, dilediğiniz an, dilediğiniz kişiye göndermek için kurulmamıştır. Reddedilmekten hoşlanmıyorsanız, kitabınızı yayımlamak isteyenlerin kapınızı çalmalarını beklersiniz.

Bilerek mi böyle yazdınız?
Kabul ya da ret ‘hak’kımı çok sık kullandım yayıncılık yaşamımda; bedellerini bile göre. Bunun dışında, hiçbir yazarı karşıma oturtup bana teslim ettiği yapıtı yargılamaya kalkışmadım. Yanımda çalışan editörleri uyardım: Bilge Karasu’nun çevirisine, Nermi Uygur’un yazım tercihlerine, Leyla Erbil’in üslup özelliklerine karışamazsınız. İnsan hali, herkes yanlış yapar, kibarca sorarsınız: ''Bunu bilerek mi böyle yazdınız?''
Editör, ‘müdahale eden kişidir’ önyargısıyla tepki veren yazarlarla, çevirmenlerle karşılaştım. Bir çevirmen dostum, ''Kimse, hiçbir biçimde benim çevirime dokunamaz,'' dediğinde, ''Koskoca paragrafı atlamış olsanız bile mi?'' sorusunu yönelttim. Duraksamadan ''Evet'' dediydi. O zaman, yayıncının çevrilen yazara, daha doğrusu metnine karşı birebir sorumluluk taşıdığını anlattım: Bizim için o sorumluluk, kendisine atfettiği dokunulmazlıktan ölçülemeyecek kadar büyüktü.

Yapıt yazara aittir
Kitabı hakkında konuşmak, somut şüpheleri hakkında görüşlerimi almak isteyen yazarlar da tanıdım. Düşüncelerimi ifade ettim, gene de kararı kendilerine bıraktım. Kimsenin kitabının adını değiştirmeye kalkışmadım. Ama yayınevinin ilkelerini de korudum: ''Ben, arka kapak yazısı istemiyorum'' diyen yazara, ''Kusura bakmayın'' dedim: ''Bu bizim kurallarımıza aykırı''. Yazarların tasarımcıyı hiçe sayan yaklaşımlarına paye vermedim, birlikte uzlaşma noktasına ulaşmalarını sağladım.
Yazar, yayıncı, editör, tasarımcı ve diğerleri: Bana öyle geliyor ki, ‘iş’ bir denge gerektiriyor.
Denge hangisi üzerinden kurulabilir?
Yanılmıyorsam: Yapıt üzerinden.
Yapıt, özünde yazar’ına aittir.

2 yorum:

gurkhan dedi ki...

merhaba,
EB yazım kılavuzu nedir acaba? EB'in anlamı nedir?
saygılar...

spell dedi ki...

Yazarın EB Yazım Kılavuzu ile kastettiğinin, Enis Batur'un kendi tecrübeleri sonunda oluşturduğu kendi yazım kılavuzu olduğunu düşünüyorum.

Yorum Gönder